Meslek Olarak Siyaset
Max Weber
Türkçesi
Afşar Timuçin - Mehmet Sert
I» " CkiüiyûzıUu
MESLEK O LARAK SİYASET 2 5
Yapmamı istediğiniz bu konuşma birçok nedenden ötürü sizi kesinlikle düş kırıklığına uğratacaktır. Siyasete eğili mi konu alan bir konuşmada doğal olarak, günün sorun ları karşısında tutum almamı beklersiniz. Oysa bu nokta ya ancak konuşmamın sonunda ve tam anlamıyla biçim sel olarak, siyasal etkinliğin anlamıyla, insan davranışının bütünselliği içindeki anlamıyla ilgili bazı sorunları ele alırken değineceğim. Demek ki, ne tür bir siyaset yap malıyız ya da kendi siyasal etkinliğimize ne tür içerikler kazandırmalıyız gibi soruları konuşmamızın bütünüyle dı şında bırakacağız. Gerçekte bu soruların burada ortaya koyduğumuz genel sorunla hiçbir ilişkisi yoktur; sözünü ettiğim genel sorun şu: Siyasete eğilim nedir ve ne gibi bir anlama sahip olabilir? Şimdi konumuzu ele alalım. Siyaset deyince ne anlıyoruz? Bu kavram geniş bir
26
M A X W EBER
kavramdır ve her türlü yönetici özerk etkinliği içine alır. Bir bankanın döviz siyasetinden, R eihsbank’m escompte (iskonto) siyasetinden, bir sendikanın bir grev sırasındaki siyasetinden söz ederiz; kentsel ya da kırsal bir kamu ku ruluşunun öğretim siyasetinden, bir ortaklığı yöneten ku rulun siyasetinden ve son olarak kocasını yönetmeye ça lışan becerikli bir kadının siyasetinden de söz edebiliriz. Söz konusu edeceğimiz düşüncelere temel olacak kavra ma bu kadar geniş bir anlam vermeyeceğiz elbette. Siya set sözcüğünden yalnızca, bugün “d evlet” adını verdiği miz siyasal topluluğun yönetimini ya da bu doğrultuda gerçekleştirilen etkiyi anlayacağız. Öyleyse toplumbilimci açısından "siyasal" topluluk nedir? Devlet nedir? Toplumbilim açısından devlet de gerçekleştirdiği şeyin içeriği ile tanımlanamaz. Gerçekte hiçbir görev yoktur ki, günün birinde herhangi bir siya sal topluluğun ilgisini çekmesin; öte yandan gene hiçbir görev yoktur ki, bugün devlet adını verdiğimiz siyasal toplulukları ya da tarihsel olarak modern devletin öncü leri olan siyasal toplulukları her zaman ya da en azın dan özel olarak ilgilendirir diyebilelim. Toplumbilim açı sından modem devlet, her türlü siyasal topluluk için ol duğu gibi ancak kendisine özgü bir yolla, kaba kuvvet le tanımlanabilir. Troçki, Brest-Litovsk’da “her devlet güce dayanır," demişti. Bu gerçekten doğrudur. Ortada her türlü şiddet ten uzak birtakım toplumsal yapılardan başka bir şey bulunmasaydı devlet kavramı yok olacaktı ve sözcüğün tam anlamıyla “kargaşa"dan başka bir şey görülmeyecekti.
MESLEK O LA R A K SİYASET 2 7
Şiddet elbette devletin tek olağan gereci değildir -buna hiç kuşku yok- ama özgül gerecidir. Günümüzde devlet le şiddet arasındaki ilişki özellikle içten bir ilişkidir. De ğişik siyasal topluluklar -e n önce de aile- kaba kuvveti her zaman iktidarın olağan gereci saydılar. Buna karşılık çağdaş devleti belirli bir ülkenin sınırlan içinde -ü lk e kavramı çağdaş devletin özelliklerinden biridir- kendi çı karı için başarılı bir biçimde yasal kaba kuvvet tekelini savunan insani bir ortaklaşma olarak da ele almak gere kir. Gerçekte yaşadığımız döneme uygun olan şey, tüm öbür topluluklara ya da bireylere ancak devletin hoşgördüğü ölçüde şiddete başvurma hakkının tanımasıdır: Böylece devlet şiddet “hakkı”nın tek kaynağı durumuna gel mektedir. Dolayısıyla siyaset denince ister devletler ara sında olsun ister aynı devlet içindeki değişik topluluklar arasında olsun, iktidara katılmak ya da iktidarın bölüşül mesini etkilemek amacıyla gösterilen çabaların bütününü anlayacağız. Kaba bir biçimde söylersek bu tanım, terimin alışıl mış kullanımını karşılamaktadır. Bu sorunun “siyasi” bir sorun olduğunu, bir bakanın ya da bir devlet memurunun “siyasi” kişiler olduklarını ya da bir karann siyasetle be lirlenmiş olduğunu söylediğimiz zaman buradan şunu an lamak gerekir: Birinci durumda iktidarın bölüşülmesiyle, elde tutulmasıyla, ya da el değiştirmesiyle ilgili çıkarlar bu sorunun yanıtlanmasında belirleyici olmuşlardır, ikinci durumda bu etkenler söz konusu devlet memurunun et kinlik alanını koşullamaktadır ve sonuncu durumda bu ko şullar verilen karan belirlemektedir. Siyaset yapan her in
28
M A X W EBER
san iktidara geçmek ister; ya iktidarı başka amaçlara, baş ka ülküsel ya da bencil amaçlara götüren araç olarak ya da iktidarı önem verdiği büyüklük duygusunu karşılamak uğruna “kendisi için” ister. Birbirini tarih içinde izlemiş bulunan tüm siyasi top luluklarda görüldüğü gibi devlet, insanın insana egemen olması biçiminde kendini gösteren bir ilişkiye dayanır; bu ilişki yasal şiddet üzerine (ya da yasal olduğu kabul edil miş şiddet üzerine) temellenmiştir. Demek ki, devlet ege men olunmuş kişilerin egemen olanlarca öne sürülen yet keye boyun eğmesiyle var olabilir. Buna göre şu sorular ortaya çıkmaktadır. Egemenlik altında bulunan kişiler han gi koşullarda ve niçin boyun eğerler? Bu egemenlik han gi iç doğrulamalara ve hangi dış araçlara dayanmaktadır? Gerçekte ilke olarak egemen olmayı doğrulayan üç iç neden ve dolayısıyla üç yasallık temeli vardır. Biz de buradan başlayacağız. Her şeyden önce “sonsuz geçmiş”in yetkesi, yüceltilmiş geleneklerin, yani eskilere dayanan geçerlilikleriyle ve kendilerine saygı duyan insanlara kök salmış alışkanlıkla yüceltilmiş geleneklerin yetkesi vardır. Eskiden din adamının ve toprak soylusunun kullandığı “geleneksel iktidar” budur. İkinci olarak bir bireyin kişi sel ve olağandışı yüceliğine dayanan yetke (iyilikçilikcharisme) vardır; bu yetke uyrukların bir insana tam an lamıyla kişisel bağlılıklarıyla ve onu bir önder yapan ola ğanüstü niteliklerle, kahramanlıkla ya da öbür örnek ni teliklerle başkalarından ayıran kişiliğine güven duygula rıyla belirgindir. Bu, peygamberin ya da -siyaset alanınd a - seçimle başa geçmiş savaş komutanının, seçimle be
MESLEK O LARAK SİYASET 2 Ç
lirlenmiş yüceyöneticinin, büyük demagogun ya da bir si yasal parti önderinin gerçekleştirdiği bireysel iktidarıdır. Son olarak da “yasallık” gereği, yasal bir durumun ve akılsal bir biçimde konmuş kurallara dayanan olumlu “yetki"nin geçerliliğine duyulan inanç gereği zorlayıcı olan yetke vardır, başka bir deyişle uyarlılığa dayanan yetke vardır; bu uyarlılık kurulu düzene uygun zorunlu lukları yerine getirir. İktidara bu açıdan yaklaşan tüm ik tidar temsilcileri gibi modern “devlet görevlisi"nın uygu ladığı iktidar budur. Elbette gerçekte korkunun ve umudun yönettiği son derece güçlü nedenler uyrukların baş eğişini koşullar -b u ya gizemli güçlerin ya da iktidardaki kişilerin öcünden korkmaktır ya da bu dünyada ya da öte dünyada ödül lendirilmekten umutlanmaktır; ama bu baş eğişi çok de ğişik çıkarlar da koşullamış olabilir. Bu noktaya az son ra değineceğiz. Ne olursa olsun, başeğişi “yasallaştıran” temeller söz konusu olduğunda az önce belirttiğimiz bu üç "arı" biçimle her zaman karşılaşılacaktır. Bu sunumlar da bunların iç doğrulanışları da ege men olmanın yapısı açısından son derece önemlidir. Ger çekte bu arı tiplere pek az rastlanır. Bununla birlikte bu tiplerin son derece karışık çeşitliliklerini, dönüşümlerini ve bir araya gelişlerini bugün ayrıntılı olarak ortaya ko yamayız; böyle bir inceleme “genel devlet kuram ı"nın in celeme alanına girer. Biz şu an için dikkatimizi özellikle yasallığın ikinci tipine, yani uyrukların “önder”in tam anlamıyla kişisel “iyilikçilik”ine baş eğmesinden doğan iktidara çevireceğiz. Ger
3 0
M A X VVEBER
çekte yasallığın bu tipi bizi çekicilik fikrinin kaynağına gö türür; bu tipte yasallığın en belirgin çizgilerini buluruz. Ba zı kişiler kendilerini peygamberin, savaş zamanındaki önde rin, kilise ve parlamentodaki çok büyük demagogun iyilik çiliğine bırakıyorlarsa bu, onların gönüllerde insan kurtarı cılığıyla “görevlendirilmiş” varlıklar diye bilinmesinden, on lara bir gelecek ya da bir yasa adına değil de inanç adı na baş eğilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu kişiler sonra dan görme kendini beğenmişler değillerse kendi yararlan için yaşayan, kendi işini kotarmaya çalışan kişilerdir. Oysa efendiye bağlı kişilerin çömezleri de olsalar, önderlerine bağlı militanlar da olsalar, bu kişilere bağlı olanlar onların yalnızca kişiliklerine ve kişisel özellikleri ne bağlıdır. Tarih “ iyilikçi” önderlere tüm alanlarda ve tüm tarihsel dönemlerde rastlayabileceğimizi gösteriyor. Bununla birlikte bu önderler kendilerini iki temel kişilik te ortaya koyar; bir yandan büyücü ve peygamber kişili ğinde, öte yandan da seçilmiş savaş önderi, çete reisi ve paralı asker önderi kişiliğinde ortaya koyar. Ama Batı’ya özgü olanı, özgür “demagog” örneğidir. Bizi özel olarak ilgilendiren de bu örnektir. Özgür demagog Batı’da, ba ğımsız siteler ortamında, özellikle de Akdeniz uygarlığı nı yaşamış ülkelerde başarılı oldu. Bu tip, günümüzde bir “parlamento partisinin önderi” olarak kendini gösterir; bu tipe ancak kurumlaşmış devletlerin alanı olan Batı’da rastlanır. Sözcüğün tam anlamıyla “kendinden yetenekli” bu tür siyaset adamları, elbette hiçbir ülkede siyasal girişi min ve iktidar kavgasının tek belirleyici örneğini oluştur
MESLEK O LA R A K SİYASET 3 1
mazlar. Belirleyici etken siyaset adamlarının yararlandık ları yöntemlerin yapısındadır daha çok. Egemen siyasal güçler yetkilerini gerçekleştirmeyi nasıl başarırlar? Bu so ru egemen olmanın bütün türlerini kapsar ve dolayısıyla gelenekçi olsun, yasalcı olsun, iyilikçi olsun egemen ol manın bütün biçimleri için geçerlidir. Yönetimde sürekliliği savunan her egemen olma gi rişimi, bir yandan uyrukların sahip oldukları etkinliğin ya sal gücünü ele geçirmek isteyen yöneticiler sayesinde or taya çıkmış bulunan baş eğişine bağımlı kılınmasını, öte yandan da bu girişimin baş eğişten yararlanarak gerekti ğinde kaba kuvvet uygulamak için zorunlu olan maddi gerekçeleri kullanabilmesini gerektirir. Başka bir deyişle egemen olma girişimi, bir yandan bir yönetici uzman top luluğunu, öte yandan da yönetimle ilgili maddi gereçleri gerektirir. Siyasi egemenlik girişiminin dış yanım belirten yö netici uzman topluluğu, başka her türlü girişimde de ol duğu gibi, yalnızca yasallık kavrayışlarından ötürü iktidar sahipleri karşısında baş eğici duruma gelmiş değildir; bundan yukarda da söz etmiştik. Yönetici uzman toplulu ğun baş eğişi daha çok kişisel çıkara seslenen iki tür ne dene, maddi karşılığa ve toplumsal onura dayanır: Bir yandan vasal' in f ı e f i * yüksek görevlilere verilen arpalık lar, bugünkü devlet hizmetlilerine verilen ödenekler, öte yandan şövalye payesi, tarikat ayrıcalıkları, devlet memu (*) Ficf: O rta ç a ğ 'd a lordun geçim ini sağlam ası ve silah vc kıyafet tem in etm esi için vasatına verdiği toprak parçası.
3 2
M A X VVEBER
runun saygınlığı onlara ödül yerine geçer ve bütün bu olanakları yitirmek korkusu, yönetici uzman topluluğu ik tidar sahibine bağlayan dayanışmanın kesin nedenidir. İyi likçi egemenlikte de durum budur: İyilikçi egemenlik bağ lılık gösteren askerlere savaşçı ününü ve ganimeti, dema gogun yandaşlarına “zenginlik” sağlar, yani resmi görev tekelini elinde tutmak, siyasal etkinlikten ufak ufak ya rarlanmak ve değersizliğinden ötürü ödüllendirilmenin kar şılığı olarak yurttaşların sömürülmesine yol açar. Şiddete dayalı her türlü egemenliğin kalıcılığı, ikti sadi her girişimde olduğu gibi birtakım maddi olanakları gerektirir. Buna göre yönetimleri iki kategoriye ayırmak olanaklıdır. Bunlardan birincisi şu ilkeye uyar: Yönetici uzman topluluğu, devlet memurları ve öbür devlet görev lileri de (iktidarı elinde bulunduran kişi bu insanların baş eğişine yaslanmak zorundadır) yönetim gereçlerine sahip tirler; bu kişiler parasal olanaklara, binalara, savaş gereç lerine, arabaları için park yerlerine, atlara vb.’ne sahip olabilirler. Öbür kategori buna karşıt olan ilkeye uyar: Yönetici uzman topluluğu yönetim araçlarından “yoksun” bırakılmıştır; günümüzdeki sermayeci işletmede memurun ve işçinin maddi üretim araçlarından yoksun bırakılması gibi. Demek ki, her zaman şu noktayı bilmek gerekiyor: İktidar sahibi yönetimi kendi denetiminde mi tutuyor, yö netimi kendisi mi düzenliyor ve temsilciliği kendi kişili ğine bağlanmış bulunan görevlilere, elinde tuttuğu memur lara ya da mülkiyet sahibi olmayan gözdelerine ve ya kınlarına, yani tam anlamıyla yönetim gereçlerine sahip olmayanlara mı teslim ediyor, yoksa yönetim, tersine, ik
MESLEK O LARAK SİYASET 3 3
tidardan iktisadi olarak bağımsız olan kişilerin mi elinde dir. Bu ayrılığı bildiğimiz tüm yönetimlerde buluyoruz. Yönetimle ilgili maddi gereçlerin bütünüyle ya da bir ölçüde yönetici uzman topluluğun mülkiyetinde bulun duğu siyasal topluluğa “siyasi bütünlükler ilkesine göre” düzenlenmiş topluluk diyoruz. Örneğin derebeylik toplumunda vasal kendisine teslim edilmiş toprak üzerindeki yönetimle ve adaletle ilgili harcamaları kendi olanaklarıy la karşılıyordu ve savaş için gerekli donanımı ve yiyecek içeceği kendisi sağlıyordu. Bu durum metbunun iktidarı nın uygulanmasında birtakım sonuçlar doğuruyordu; çün kü onun gücü yalnızca kişisel bağlılık yeminine ve bir f i e f e sahip olma “yasallık”ının ve vasal’ın toplumsal onu rundan kaynaklanması özelliğine dayanıyordu. Bununla birlikte her yerde, hatta en eski siyasal olu şumlarda bile önderin kişisel yönetimini görüyoruz. Ön der, yönetimi kendi kişiliğine bağlanmış kişilere, kölele re, hizmetçilere, memurlara, gözdelere ya da gelirinden ayırdığı mal ya da para biçimindeki ödeneklerle kendine bağladığı kilise adamlarına teslim ederek yönetimin efen disi durumuna gelmeye çalışır. Önder yönetimle ilgili har camaları kendi kasasından ayırdığı ödeneklerle ya da ka lıtından gelen geliri dağıtarak karşılar ve donanımı ve yi yecek içeceği kendi ambarlarından, işyerlerinden ve silah depolarından sağlandığı için yalnızca kendi yetkesine bağ lı bulunan bir ordu meydana getirir. Birinci durumda, ya ni “tarikatlar” biçiminde yapılaşmış bir topluluğun bulun duğu durumda yüceyönetici ancak bağımsız bir soylulu ğun yardımıyla yöneticilik edebilir ve dolayısıyla iktidarı
34
M A X W EBER
bu soylulukla paylaşır. Yüceyönetici ikinci durumda hem kendi çevresinden kişilere hem de pleblere yani varlıksız ve her türlü toplumsal onurdan yoksun toplumsal tabaka lara yaslanır. Buna karşılık bu kişiler ve bu tabakalar araç gereç bakımından bütünüyle yüceyöneticiye bağlıdır lar, özellikle de yüceyöneticinin iktidarına hasım olabile cek herhangi bir iktidar tarafından desteklenemezler. Tüm kilise iktidarı ya da kalıtsal iktidar türleri de, bir sulta nın zorba yönetimi ya da bürokrat yapılı bir devlet de bu tipe girer -b e n özellikle bürokratik devlet üzerinde du ruyorum-; çünkü bu devlet türü modern devletin akılsal gelişimini en iyi biçimde belirlemektedir. Modern devletin gelişimi her yerde çıkış noktası olarak, prensin isteminin, bağımsız “özel” güçleri ortadan kaldırmasını alır; bu ortadan kaldırılan güçler onun ya nında yönetimsel bir iktidarı elinde tutan, yani yönetim le ilgili olanaklara, askeri olanaklara, parasal olanaklara ve siyasi açıdan kullanılmaya uygun her türlü olanağa sa hip bulunan kişilerin güçleridir. Bu süreç bağımsız üreti cileri yavaş yavaş kendi içinde eriten sermayeci girişimin gelişimiyle tam bir koşutluk meydana getirmektedir. Ve son olarak da modern devlette siyasal yönetim olanakla rının tümünden yararlanan gücün tek bir elde toplanma ya yöneldiğini görüyoruz; hiçbir devlet memuru harcadı ğı paranın, denetlediği binaların, stokların ve savaş gereç lerinin sahibi değildir artık. Demek ki, çağdaş devlet, devlet yönetimiyle ilgili memurları ve işçileri yönetim araçlarından “koparma”yı tümüyle başardı -kavram lar dü zeyinde çok önemlidir bu. Böylece her gün karşılaşmak
MESLEK O LARAK SİYASET 3 5
ta olduğumuz ve siyasi olanaklar ve siyasi gücü etkisiz bırakanları etkisiz bırakmaya çalışan yepyeni bir sürecin ortaya çıktığı görülüyor. 1918 Alman Devrimi’nin ortaya koyduğu yapıt da yeni önderler, var olan yetkelerin ye rini aldıkları ölçüde, yönetimin tümünü ve maddi olanak lar düzenini denetleyen gücü zorla ya da seçimle ele ge çirdikleri ölçüde ve yasallıklannı yönetilenlerin istemin den çıkarsadıkları ölçüde -bunu hangi hakla yaptıkları önemli değildir- böyle gerçekleşmiştir. Ancak şu soruyu sorabiliriz: Bu ilk başarı, hiç değilse görünüşte başarı olan bu başarı, etkinliğini özü gereği siyasi yönetimin ya salarından ayrı olan yasalara yöneltmiş bulunan sermaye ciliğin iktisadi düzenini ortadan kaldırma gücünü devrime verebilmiş midir? Bu noktada tutum almak bize düşmez. Ben, tam anlamıyla kavramsal olan şu belirlemeyi yap makla yetineceğim: Modem devlet, kurumlaşmış bir özel liği olan bir egemenlik kurmaya yönelik bir topluluktur: Bu topluluk yasal kaba kuvveti bir ülkenin sınırları için de egemenlik kurma aracı olarak tekelleştirmeye çalışır ve bu amaçla yönetimle ilgili maddi olanakları elinde toplar. Bunun anlamı şudur: Modern devlet, “tarikatlar” ilkesine göre eskiden kendi hukuklarını kullanan tüm devlet me murlarını ortadan kaldırdı ve kendini onların yerine koy du; sıra düzeninin en üst noktasında bile. Ama dünyadaki tüm ülkelerde az çok başarılı bir biçimde gerçekleştirilmiş bulunan bu siyasal açıdan el koyma süreci boyunca yeni bir “meslekten siyaset ada mı” türünün ortaya çıktığı görüldü. Bu durumda bu teri min ikinci anlamını tanımlamamıza olanak veren yeni bir
3 6
M A X W EBER
kategori söz konusudur. Bu kişilerin öncelikle prenslerin hizmetine girdiklerini biliyoruz. Onlar iyilikçi önderler gi bi tutkulu değildiler ve efendi durumuna gelmeye çaba lamıyorlardı ama siyasi mücadeleye bir prensin yanında yer almak için giriyorlardı, siyasi çıkarlarının yönetimi onlara ekmeklerini ve yaşamlarının ahlaki içeriğini kazan dırıyordu. Bu kişileri yalnızca prenslerin değil, başka güç lerin hizmetinde de görüyorsak bile meslekten siyaset adamlarının bu yeni kategorisine Batı’da rastlamamız ye ni bir şeydir. Bununla birlikte bu insanlar, eskiden pren sin gücünün ve onun kendilerine çıkar sağlayan siyasi sö mürüsünün en önemli aracıydılar. Ayrıntılara girmeden önce, açık olarak ve bütün yanlarıyla bu yeni “ meslekten siyaset adamı” türünün or taya çıkışının anlamını aydınlık bir biçimde kavramaya çalışalım. Birçok biçimde siyaset yapılabilir -bunun anla mı siyasi oluşumlar arasındaki ya da her oluşumun ken di içindeki iktidar bölüşümünü birçok biçimde etkileme olanağının bulunmasıdır. Siyaset “rastlantısal” bir biçim de yapılabilir ama siyasal etkinliği ikinci bir meslek ya ia temel meslek durumuna getirmek olanağı da vardır, ktisadi etkinlikte olduğu gibi. Oy pusulamızı sandığa at ığımız zaman ya da buna benzer biçimde, örneğin “si'asi” bir konuşma vb. yaptığımız zaman “rastlantısal” tlarak siyaset yapıyoruz. Gerçekte pek çok kişi için siasetle ilişki, bu tür davranışlarla sınırlıdır. Başka birtaım kişiler siyasi etkinliği “ikinci” meslekleri olarak seerler. Güvenilir insan ya da siyasi parti üyesi rolü oyayan ve genellikle bu etkinliği onu ne maddi açıdan ne
MESLEK O LARAK SİYASET 3 7
de ahlaki açıdan “yaşamları” durumuna getirmeden, ge rektiğinde kullanan tüm kişilerin durumu budur. Ancak çağrıldıklarında görev yapan danışma kurulunun ya da öbür danışma organlarının üyeleri için de durum budur. Toplantı dönemleri dışında siyasal etkinliği bulunmayan pek çok parlamenter için de durum aynıdır. Eskiden bu tür siyaset adamlarına eski yönetimin “tarikatlar” düzenininde sık sık rastlanırdı. “Tarikatlar” sözcüğüyle, kişisel hukuk gereği, yönetimle ve askerlikle ilgili maddi yöne tim olanaklarına sahip bulunan kişileri ya da kişisel ay rıcalıklardan yararlanan kişileri belirtiyoruz. Oysa bu “tarikatlar”a üye olan kişilerin büyük bir bölümü yaşamları nı bütünüyle siyasete ayırmaktan uzaktılar, hatta yalnızca seçimlerini belirtmekle yetiniyorlardı; bunlar gelişigüzel siyaset yapıyorlardı. Sahip oldukları üstünlüğe yalnızca kâr ya da kişi sel çıkar sağlama aracı diye bakıyorlardı. Siyasi etkinlik lerini (kendi toplulukları içinde) ancak ınetbu'\an isterse kullanıyorlardı. Yardımcı güçlerin büyük bir bölümü için de durum buydu; prens bu güçleri kendi kişiliğine adan mış siyasi bir düzen kurmak için sürdürdüğü savaşta bir gereç olarak kullanıyordu. “Özel danışmanlar” , hatta Cıır ia 'da* ya da prense bağlı öbür danışma organlarında yer alan danışmanların büyük bölümü bu kategoridendiler. Ancak gelişigüzel siyaset yapan ya da siyaseti ikinci bir etkinlik sayan bu yardımcılar elbette prensin gördüğü işi görmekten uzaktılar. Prensin bu durumda bütünüyle ve (*) Cııria: R o m a ’da İdare H eyeti. Papalık D ivanı.
38
M A X W EBER
yalnızca kendisine adanmış olan ve siyasal etkinliği baş lıca uğraş seçmiş bir yardımcılar topluluğu seçmekten başka çıkar yolu yoktu. Ortaya çıkmış olan hanedanlığın siyasi düzenlemesinin yapısı da incelenen uygarlığın tüm görünümü de elbette her defasında büyük ölçüde prensin yanına aldığı görevlilerin toplumsal konumuna bağlı ola caktır. Derebeyine bağlı iktidarın bütünüyle ortadan kalk masından ya da önemli ölçüde sınırlandırılmasından son ra “özgür” kuramlarda siyasi açıdan örgütlenen siyasi top lulukların durumu da buydu -b u kuramların özgürlükleri şiddete dayalı her türlü egemenlikten kurtulma anlamında değil, geleneğin yasallaştırdığı, genellikle kilisenin kutsa dığı ve her türlü yetkenin tek kaynağı olarak kabul edil miş bulunan derebeyi iktidarının varolmaması anlamındaydı. Bu kurumlar da tarihsel açıdan, siyasi topluluklar bi çiminde kurulmuş ilkel şehirler olarak ilk defa Akdeniz uygarlığı çerçevesinde ortaya çıktılar. Şimdi siyaseti “baş lıca meslek” sayan tüm bu kategorilerin hangi görünüm ler altında kendini gösterdiğini anlamaya çalışalım. Siyaset yapmanın iki yolu vardır. Ya siyaset “ için” yaşanır ya da siyasetin “sırtından” yaşanır. Bu karşıtlıkta terimin anlamını daraltıcı bir yan yoktur. Daha çok bu iki şeyi birlikte yürütmek genel kural olmuştur; fikirsel düzeyde böyle olduğu kesindir ama çoğu kez somut ola rak da bu iki şeyin bir arada gerçekleştiği görülür. Siya set “için” yaşayan kişi onu terimin en geniş anlamında “yaşamının amacı” durumuna getirir; çünkü hem iktidarı elde bulundurmakta bir doyum yolu bulur hem de bu et kinlik ona ruhsal dinginliğini bulmak ve yaşamına anlam
MESLEK O LARAK SİYASET 3 9
kazandıran bir “ ülkü”ye hizmet ederek kişisel değerini or taya koymak olanağı sağlar. Bir “ülkü” için yaşayan her ciddi insan bu derin anlamdan ötürü bir bakıma bu “ül kü” sayesinde yaşamaktadır. Demek ki, yaptığımız ayrı mın temelinde siyaset adamının durumuna ilişkin son de rece önemli bir yan, iktisadi yan bulunmaktadır. Buna gö re, siyaseti sürekli bir kazanç kaynağı olarak gören kişi ye “siyasetin sırtından yaşıyor” , tersi durumdaysa siyaset “için” yaşıyor diyeceğiz. Özel mülkiyet üzerine kurulmuş bulunan siyasi düzende bir insanın sözünü ettiğimiz an lamda siyaset “için” yaşayabilmesi birtakım koşulların, siz istersiniz buna bayağı koşullar deyin, bir araya gelmiş ol masını gerektirir. Bu olağan koşullar altında siyaset ada mı siyasi etkinliğin kendisine sağlayabileceği gelire ikti sadi açıdan bağımlı olmamalıdır. Bu, kişisel bir gelire sa hip olmak ya da yeterli geliri sağlamaya uygun ayrıca lıklı bir toplumsal durumda bulunmak zorunludur anlamı na gelir. Hiç olmazsa olağan koşullarda durum böyledir;, çünkü savaş önderinin yandaşlarını olağan biçimde işle yen bir iktisadın koşulları da devrimci kışkırtıcının arka daşları da kaygılanmaz. Her iki durumda da yağmadan, hırsızlıktan, el koymadan, karşılıksız belgeler karaborsa sından başka bir şey görülmez -çünkü bütün bunlar te melde aynıdır. Bununla birlikte bu durumlar elbette az rastlanır durumlardır; gündelik iktisadi yaşamda iktisadi bağımsızlığı ancak kişisel gelir sağlar. Ayrıca siyaset ada mı “ iktisadi açıdan olanaklı” olmalıdır, yani gelir sağla mak kaygısı onu ayakta kalabilmek için sürekli olarak ve kişisel olarak tüm çalışma ve düşünme gücünü harcama ya, bütünüyle ya da bir ölçüde harcamaya zorlamamalı
40
M AX W EBER
dır. Oysa bu anlamda en “olanaklı” kişi toprak geliri bu lunan, dolayısıyla hiçbir işle uğraşmadan gelir sağlayan kişidir; bu kişi, gelirini ya eski derebeylerinin ya da bü yük toprak sahiplerinin ve bugünkü yüksek soyluların sağladığı gibi toprak gelirinden sağlamaktadır -A ntikçağ’da ve Ortaçağ’da bu gelirler kölelerin ya da serile rin meydana getirdiği gelirle de sağlanıyordu- ya da un vanlardan ve buna benzer kaynaklardan sağlamaktadır. Ne işçi ne modern girişimci -b un u özellikle belirtmeliyiz- ne de özellikle büyük girişimci bıı anlamda olanaklıdır. Özel likle girişimci, girişimine bağlıdır ve dolayısıyla olanaklı değildir. Sanayi girişimcisinin olanağı tarım girişimcisininkinden de zayıftır; çünkü tarımın mevsimsel özelliği var dır. İşini ara sıra da olsa bırakmak çoğu zaman sanayi girişimcisi için güç bir şeydir. Aynı biçimde hekim de olanaklı değildir, onun da vakti pek yoktur; çünkü has talar ikide bir kapısını çalarlar. Meslekle ilgili tam anla mıyla teknik nedenlerden ötiirü avukatın durumunda güç lükler oldukça azdır, bu da onun meslekten siyaset ada mı olarak karşılaştırılamayacak kadar büyük ve genellik le doğrudan doğruya etkin bir rol oynamasını açıklamak tadır. Ama bu durumları uzun uzun sürdürmekte yarar yok; biz daha çok bundan önce ortaya koyduğumuz şey lerden çıkan sonuçları aydınlatalım. Bir devletin ya da bir partinin sözcüğün iktisadi an lamında yalnızca siyaset için yaşayan insanlarca yönetil mesi, siyasetin sırtından yaşayanlarca yönetilmemesi, zo runlu olarak yönetici tabakaların “ varlıklıerki” biçiminde toplaştığını gösterir. Bunu söylerken “varlıklıerki” düzeni
MESLEK O LARAK SİYASET ¿ ]-1
nin siyasetin “ sırtından” da yaşamak için ve iktisadi çı karlar sağlama uğruna siyasi durumu kötüye kullanmak için kendi egemenliğinden yararlanmayacağını öne sürmü yoruz elbette. Bu bilinen bir şey. Bunu şu ya da bu bi çimde yapmayan yönetici tabaka yoktur. Bizim amacımız yalnızca şunu belirtmektir: Meslekten siyaset adamları si yasi hizmetleri için her zaman doğrudan bir karşılık bek lemek zorunda değildirler, oysa varlıksız birey, işin bu yanını hesaplamak zorundadır. Öte yandan varlıksız siya set adamlarının siyasi etkinlikleri sırasında yalnızca, hat ta özellikle özel iktisadi çıkarlar sağlamaktan başka kay gıları bulunmadığını ve öncelikle kendi ülkülerini düşün mediklerini ya da düşlemediklerini sezdirmeye çabalamı yoruz. Bundan daha yanlış bir şey olamaz. İktisadi “gü venlik” kaygısı -bilinçli olsun bilinçsiz o lsun - daha ön ce bir kalıta sahip bulunan bir insan için yaşamın yön lendirilmesinde en önemli noktadır. Herhangi bir kavrayı şın ya da ilkenin engellemediği bir şey olan siyasi ülkü cülük yalnızca olmasa bile genellikle, yoksulluklarından ötürü belli bir toplumdaki iktisadi düzenin sürdürülmesin de çıkarı bulunan toplumsal tabakaların kıyısında yer al mış bireylerde görülmektedir. Bu duruma özellikle olağan dışı yani devrimci dönemlerde raslıyoruz. Tüm söyledik lerimizden çıkarmak istediğimiz sonuç şudur: Siyasi kişi lerin “varhklıerki" biçiminde toplaşmamaları, söz konusu olan önderler de olsa yandaşlar da olsa şu kesin koşula bağlıdır: Siyasi girişim bu kişilere düzenli ve sağlam ge lirler sağlamalıdır. Demek ki, iki olanak varolabilir: Ya “ hiç karşılık beklemeden” siyasi etkinlik gösterilir, bu du rumda siyasi etkinlik ancak “bağımsız” denilen kişiler ta
42
M AX W EBER
rafından, yani kişisel bir varlığı bulunan kişiler tarafın dan, öncelikle de gelir sahipleri tarafından gerçekleştirile bilir. Ya da iktidar yollan varlıksız kişilere açılır, bu du rumda da siyasi etkinlik ödenek gerektirir. Siyasetin “sır tından” yaşayan meslekten siyaset adamı tam anlamıyla bir “arpalıkçı”dan ya da ödenekli bir “memur”dan başka bir şey olamaz. Başka bir deyişle siyaset adamı gelirle rini ya belirli hizmetler karşılığında ödenek ve ücret ola rak alır -rüşvet bu tür gelirlerin bozulmuş, düzensiz ve biçimsel açıdan yasadışı biçimidir yalnızca- ya da bu ge lir, malla ve parayla ödenen ya da her ikisiyle birden ödenen sabit bir ödenek biçimindedir. Demek ki, meslek ten siyaset adamı çete reisi, çiftçi ve eski dönemlerin gö rev satın alıcısı türünde bir “girişimci” ya da harcamala rını siyasi etkisini kötüye kullanarak gelir kaynaklarına dönüştürdüğü bir mal yatırımı olarak gören amerikan pat ronu türünde bir “girişimci” niteliğine bürünebilir ya da bir parti yazan ya da sekreteri, bir bakan ya da siyasi ağırlığı olan modern yüksek memur gibi yalnızca sabit bir gelire sahip olabilir. Prenslerin, fatihlerin ya da başa rı kazanmış parti önderlerinin yandaşlarına verdikleri be lirgin ödenekler, fı e fl e n , toprak bağışından, her türlü ar palıktan ve paracı iktisadi yaşamın gelişmesiyle özellikle ödeneklerden meydana geliyordu. Günümüzde bunlar par ti önderlerinin kendi yandaşlarına iyi ve değerli hizmet lerinden ötürü partilerde, gazetelerde, kooperatiflerde, be lediyelerde ya da devlet yönetiminde, güvenlik sandıkla rında dağıttığı tüm görevlerdir. Demek ki, tüm parti sa vaşları yalnızca nesnel amaçlar için yapılan savaşlar de ğildir ama aynı zamanda ve özellikle görevlerin dağıtıl
M ESLEK O LARAK SİYASET 4 3
masını denetlemek için girişilen rekabetlerdir. A lm anya’da özerkçi eğilimlerle merkezci eğilimler arasındaki tüm çekişmeler de bu sorun çevresinde dön mektedir. Görevlerin bölüşülmesini, Berlin’deki ya da M ünih’teki, Karlsruhe ya da Dresden’deki görevlerin bö lüşülmesini hangi güçler denetleyecektir? Partiler prog ramlarındaki değişikliklerden çok görevlerin bölüşülme sinde görülen kayırmalardan yakınırlar. Fransa’da siyasi partilerin karşılıklı güçleri üzerine temellenmiş bir devi nim, vilayet düzeyinde bir devinim her zaman hükümet programındaki bir değişiklikten çok daha önemli görül müştür, gerçekte bu durum ülkede daha çok gürültü ko parır, çünkü genellikle hükümet programının sözden öte bir anlamı yoktur. Birçok siyasi parti, özellikle amerikan partileri Anayasa’nın yorumuyla ilgili eski ayrımlar kalk tığından beri yalnızca görev avıyla ilgilenen ve somut programlarını avlanacak oylara göre değiştiren kuruluşlar durumuna geldi. İspanya’da hiç değilse şu son yıllara ka dar iki siyasi parti, anlaşmalı nöbetleşme ilkesine göre, tepeden “tezgahlanmış” seçimlerin koruyucu örtüsü altın da iktidara gelip gidiyorlardı; amaçları iki partinin yan daşlarına yönetim görevlerinin sağladığı yararlan sırayla kazandırmaktı. Eski İspanyol sömürgelerinde görülen söz de “seçimler” ve sözde “devrimler” zengin bir sofranın başına geçmekten başka bir şeyi amaçlamıyordu, galipler bu sofradan paylarını almayı düşünüyorlardı. İsviçre’de partiler -orantılı bölüşüm ilkesine uyarak- görevleri ba rış içinde paylaşmaktadır. Hatta A lm anya’da da "devrim ci” denilen kurumlarla ilgili birtakım tasanlar, örneğin
44
M A X W EBER
Baden eyaletinde hazırlanmış ilk tasarı, İsviçre sistemini yönetim görevlerinin bölüşülmesinde uygulamak istiyordu ve böylece devleti ve yönetim görevlerini yalnızca arpa lık sağlamaya yönelik kuruluşlar olarak görüyordu. Bu tür tasarıları benimseyen özellikle Merkez Partisi oldu ve bu parti gelecek yöneticilerin siyasi yeteneklerinden kaygılanmaksızın görevlerin dini mezheplere göre orantılı olarak bölüştürülmesi ilkesini programına aldı. Aynı eği lim, yönetim görevleri sayısının gitgide artmasıyla öbür tüm partilerde de ortaya çıktı; bu durum bürokrasideki yaygınlaşmanın sonucuydu ama aynı zamanda bugün ge lecek için özgül bir güvence durumuna gelmiş bulunan avantalı bir devlet kapısının çekiciliğine kapılmış yurttaş ların giderek artan tutkusu da buna neden olmuştur. Böy lece partiler üyelerinin gözünde giderek bir tür sıçrama tahtası, kendilerine temel amaca ulaşmayı, geleceği gü vence altına alma amacını sağlayacak bir sıçrama tahta sı durumuna gelmektedir. Bununla birlikte bu eğilime modern kamusal işlevin gelişimi karşı çıkmaktadır; bu işlev günümüzde uzmanlaş mış, son derece nitelikli, mesleki görevlerine yıllarca sü ren bir eğitimle hazırlanmış ve doğruluk konusunda son derece gelişmiş bir dayanışma ahlakına sahip bir düşün emekçileri bütününü gerektirmektedir. Devlet memurların da bu namus anlayışı bulıınmasaydı korkunç bir kokuş muşlukla karşı karşıya kalacaktık ve sonradan görmelerin egemenliğinden kurtulamayacaktık. Ayrıca devlet aygıtının verimliliği açısından da büyük tehlike ortaya çıkacaktı; devlet aygıtının iktisadi önemi sürekli artmaktadır ve art
MESLEK O LARAK SİYASET 4 5
maya devam edecektir, hele toplumsallaşmaya yönelik eğilimlerin varlığı göz önünde tutulursa. Amerika’da bile partiye üye kabul etmenin eski biçimine Civil Service Reform’una şiddetle karşı çıkılmıştır; eskiden Amerika’da meslekten devlet memurluğuna önem verilmiyordu ve yoz siyasetçilerin yöneticiliğe özenmeleri yüzbinlerce devlet memurunun, hatta postacıların başkanlık seçimindeki rast lantılara bağlı olarak işe alınmasıyla sonuçlanıyordu. Bu evrimin kökeninde tam anlamıyla teknik olan kaçınılmaz zorunluluklar vardır. Avrupa’da işbölümüne göre düzen lenmiş kamusal işlev, beş yüzyıllık bir gelişim boyunca aşamalı bir biçimde kuruldu. İtalyan kentleri ve prenslik leri bu yolu ilk benimseyenler oldular; mutlakyönetimlerdeyse bu yolu galip Normandiya devletleri benimsedi. Bu yolda kesin adım, prensin parasal olanaklarının yönetimi konusunda atıldı. İmparator Maximilien’in yönetimsel re formları sırasında ortaya çıkan engeller, devlet memurla rı için, büyük bir zorunluluğun baskısı ve Türklerin teh didi altında bile yüceyöneticinin elinden parasal yönetimi almanın ne kadar güç olduğunu anlamımızı sağlıyor; oy sa bu alan, o dönemde henüz bir şövalyeden başka bir şey olmayan prensin özentilerine en az yatkın olan alan dı. Aynı nedenden ötürü askeri tekniğin gelişimi meslek ten bir subayın varlığını zorunlu kılıyordu ve hukuk yön teminin yetkinleştirilmesi, uzman bir hukukçu gerektiri yordu. Parayla, orduyla ve adaletle ilgili bu üç alanda meslekten memurlar, gelişmiş devletlerde kesin zafer ka zandılar. Prenslerin “tarikatlar” karşısındaki mutlakçılığı nın pekişmesine koşut olarak “tarikatlar”ın devlet memur ları yararına sürekli biçimde aradan çekilmesi böylece
\6
M A X W EBER
gerçekleştirildi; devlet memurları tarikatların zaferine de katkıda bulunmuşlardı. Nitelikli devlet memurlarının yükselmesiyle birlikte -geçiş dönemleri daha az sezilebilir olsa d a - “siyasi yö neticiler” düzeyinde de bir başka evrim gözlenebilir. Her saman ve dünyanın tüm ülkelerinde, prenslerin danışman ları olmuştur kuşkusuz; bu kişiler prenslerin yanında ger dekten büyük bir yetkeye sahiptiler. D oğu’da sultanın salanatını daha etkin kılmak için tipik bir kişilik olan “sad razam” kişiliği ortaya kondu; bu durum sultanın sorumuluğunu olabildiğince azaltmak zorunluluğundan doğmuşu. Batı’daysa V. Kari döneminde -b u aynı zamanda Vlachiavelli’nin dönem idir- Venedik Cumhuriyeti elçileriıin diplomatlığın özel alanlarındaki ilişkilerini ballandıra ballandıra anlatması, diplomatlık işini bir “bilgililer” saıatı durumuna getirdi. Bu yeni sanatın canla başla çalı;an kişileri, Ç in ’de erken dönemin, yani ülkenin devletere bölünmüş olduğu dönemin okumuş adamları gibi, cendilerini özel bir topluluğa bağlı uzmanlar olarak göüyorlardı. Siyasetin bütününde, bu arada iç siyasette tek >ir devlet adamının koruyuculuğu altında biçimsel olarak »irleştirilmiş bir yönetimin kesin ve ivedi zorunluluğunu luyuran şey, yönetimlerin anayasacılık anlayışına doğru iyasal bir evrim geçirmeleri oldu. Elbette danışmanlık ;örevini üstlenmiş, kişilikli, güçlü bireylerden başka, hata onlardan daha çok prenslere akıl hocalığı edenler ollu. Bununla birlikte kamu güçlerinin düzenlenmesi, ilkel »ir biçimde daha gelişmiş ülkelerde bile, daha önce beirttiğimiz yoldan daha başka bir yol tutturdu. Gerçekte
MESLEK O LA R A K SİYASET 4 7
önce meslek düzeyinde üst bir yönetim organının oluştu ğu görülmektedir. İlk önce kuramda sonra azalan bir sık lıkla uygulamada bu organlar, kararları tek başına alan prensin kişisel önderliğinde toplandılar. Çoğunluk ilkesi ne göre düzenlenmiş düşünce, karşı-düşünce ve oy düze nini doğuran bu sistem sayesinde ve ayrıca yüceyöneticinin resmi yetkililerin yanında kendi kişiliğine bağlı gü venilir insanların, yani “kurul”un yardımını istemesi so nucunda -b u kurulun yardımıyla yüceyönetici danıştayın ya da bu tür başka resmi yetkenin (bunlara ne ad veril diği önemli değil) bozduğu kararlara yanıt olarak bildir diği kendi kararlarını almaktadır- gitgide bir hevesli du rumuna düşen prens, uzman olan ve nitelikli olan, dola yısıyla üst yönetimi ellerinde tutan devlet memurlarının kaçınılmaz biçimde artan öneminden kurtulabilmeyi umu yordu. Uzman devlet memurlarıyla prensin mutlakyönetimi arasındaki bu iç çekişmeyi her yerde görüyoruz. Durum ancak Parlamentolar’da ve parlamento parti leri önderlerinde siyasi emellerin belirmesiyle değişti. Bu yeni gelişimin koşulları her ülkede değişik olduysa da ya rattığı sonuç tam anlamıyla ortak bir sonuçtur. Ufak te fek değişikliklerle durum hemen hemen budur. Böylece hanedanların ellerinde gerçek bir güç tutmayı başardıkla rı her yerde -özellikle A lmanya’d a - prensin çıkarlarıyla devlet memurlarının çıkarları parlamentonun direnişi kar şısında ortak duruma geldi. Gerçekte devlet memurları aralarından bazılarına sunulmuş olan yürütmeyle ilgili gö revleri -b u arada bakanlıkları- ele geçirmekte yarar gö rüyorlardı; çünkü bu görevler onlar için aynı zamanda
48
M A X W EBER
mesleklerinde ilerleme olanağı sağlıyordu. Mutlakyöneticinin de bakanları istediği gibi atamakta ve devlet memur ları arasından kendisine bağlı olanları seçmekte çıkarı vardı. Sonuçta her iki yan da siyasi yönetim birliğinde ortak bir çıkar buluyordu; bu birlik sayesinde hiçbir bö lünmeye uğramaksızın Parlamento’nun karşısına çıkabilir lerdi. Demek ki, meslekdaşlık sisteminin yerine bakanlı ğın görüş birliğini açıklayan bir hükümet başkanı koy makta bir çıkarları vardı. Ayrıca partiler arasında reka betlerin ve bunların hükümete yöneltebilecekleri saldırıla rın biçimsel olarak dışında kalabilmek için, mutlakyönetici kendisini izleyebilecek, yani parlamenterlere açıklama lar yapabilecek, tasarılarına karşı çıkabilecek ya da par tilerle konuşabilecek tek başına sorumlu bir kişiye gerek duyuyordu. Bütün bu değişik çıkarlar aynı doğrultuda bir likte hareket ettiler ve ortak bir memur-bakan’ın yetkisi ne ulaştılar. Ama parlamento gücünün gelişimi İngilte re'de olduğu gibi mutlakyöneticinin yerini almayı başa rınca birleşme yönündeki sonuçlar çok daha büyük oldu. Bu durumda başında tek bir parlamento yöneticisi, “ lider” bulunan “hükümet” , bir “kurul” biçimini aldı; bu kurul yasalardan habersiz olmasına rağmen ülkede gerçek bir etkinliğe sahip tek bir güce, parlamentoda her zaman ço ğunluğu elinde bulunduran siyasi partinin gücüne dayanı yordu. Buna göre, resmi meslek organları egemen siyasi gücün organlarından başka bir şey değildir; siyasi güç böylece partilere geçmiş oluyordu ve dolayısıyla resmi meslek organları gerçek yönetimin sahipleri olamıyorlar dı. Çoğunluk partisi ülke içinde yetkisini kabul ettirmek ve büyük bir dış siyaset sürdürebilmek için, işleri gizli
MESLEK O LARAK SİYASET
49
olarak yönetmek amacıyla her şeyden önce partinin ger çek yöneticilerinden oluşmuş kararlı bir yönetici organa gerek duyuyordu. Bu organ elbette hükümetti. Halk kar şısında ve özellikle parlamento karşısında tüm kararlardan sorumlu tek bir başkan vardı: Hükümet Başkanı. Bu sis temden bütünüyle değişik bir sistem yalnızca Amerika’da ve Amerika’dan etkilenmiş ülkelerde uygulandı. Bu sis tem genel oyla seçilmiş muzaffer partinin önderini, ken disinin atadığı devlet memurlarının başına getirmeye ve parlamento’nun düşüncesini ancak bütçe ve yasama konu sunda almaya dayanıyordu. Siyaseti bir “girişim”e dönüştüren evrim, iktidar kavgasına katılanlarda ve modern partinin ilkesine uyarak bu konuda birtakım yöntemler deneyenlerde özel bir eği tim gerektiriyordu. Bu evrim devlet memurlarının iki ka tegoriye ayrılmasıyla sonuçlandı: Bir yanda meslekten devlet memurları öte yanda “siyasi” devlet memurları var dı. Bu ayrım kuşkusuz köktenci değildir ama yeterince açık bir ayrımdır. Sözcüğün gerçek anlamında “siyasi” devlet memurları genel olarak şu olguyla açık bir biçim de ayırt edilebilirler: Bu kişiler istenildiği gibi değiştiri lebilir ya da en azından, bunları Fransa’daki valiler gibi ya da öbür ülkelerde buna benzer memurlar gibi “açığa alma” olanağı vardır. Bu durum yüksek görevlerde bulu nan devlet memurlarının durumundan bütünüyle değişik tir; bu devlet memurları “görevden alınamaz” lar. İngilte re’de yerleşik bir gelenekten ötürü, parlamento çoğunlu ğunda bir değişiklikten sonra ve dolayısıyla hükümette bir değişiklikten sonra görevlerini bırakan tüm görevliler si
5 0
MAXW EBER
yasi devlet memurları kategorisinden sayılabilirler. Görev leri “iç yönetimi” gözetmek olan devlet memurlarının ge lenek olarak ve özel olarak durumu budur - b u görev te melde “ siyasi” bir görevdir ve her şeyden önce ülkede “düzen”i sağlamaya, yani var olan güçlerin ilişkisini sağ lamaya dayanır. Prusya’da Puttkamer buyrultusundan son ra devlet memurları bir ihtar düzeninin tehdidi altında “hükümet siyasetinin savunulmasını” üstlenmek zorunday dılar ve Fransa’daki valiler gibi seçimleri etkilemek ama cıyla resmi aygıt olarak kullanılıyorlardı. Bununla birlik te Alman sisteminde -ö b ü r ülkelerde olup bitenin tersi n e - “siyasi” devlet memurlarının çoğu tüm devlet memur ları için geçerli bir kurala uyuyordu. Öyle ki, yönetimle ilgili görevlere gelmek her zaman üniversite diplomasına, meslek sınavlarına ve bir hazırlık dönemine bağlıydı. Mo dern devlet memurlarının bu özgül niteliği, bizde siyasi aygıtın önderleri için, yani bakanlar için geçerli değil. Prusya’daki eski yönetim zamanında, kişisel olarak bir yüksek öğretim kurumunda hiçbir zaman bulunmamış bir kişi, kültür ve eğitim bakanı olabilirdi, oysa ilke olarak ancak öngörülen sınavları başarıyla vermek koşuluyla Sa yıştay Denetçisi olunabiliyordu. Uzmanlaşmış kişiler olan bir bölüm başkanı ya da bir sayıştay denetçisi -örneğin Altoff'un Prusya'da eğitim bakanı olduğu dönem de- ken di bölümleriyle ilgili tam anlamıyla teknik sorunlarda pat ronlarına göre son derece bilgiliydiler. İngiltere’de de du rum buydu. Bu yüzden uzman devlet memuru gündelik işler konusunda en güçlü kişiliğe sahip insandır. Bakan her şeyden önce iktidardaki siyasi düzenin temsilcisidir; demek ki, onun görevi üyesi olduğu düzenin programını
MESLEK O LARAK SİYASET $ 1
uygulamak, bu programa bağlı olarak uzman devlet me murlarının kendisine yaptığı önerileri değerlendirmek ya da buyruğunda çalışanlara partisinin çizgisine uygun dü şen siyasi yönergeler vermektir. Özel bir girişimde de durum budur. Gerçek yüceyönetici durumunda olan pay sahipleri kurulu da işin yö netiminde, uzman devlet memurları tarafından yönetilen bir “halk” kadar etkiden yoksundur. Girişimin siyasetine yön veren kişiler, yani bankalar tarafından yönetilen “yö netim kurulu” üyeleri, iktisadi yönergeleri vermekten ve işi yürütmeye yatkın kişileri belirlemekten öte bir şey yapmamaktadırlar; çünkü girişime teknik açıdan yönetici lik etmek konusunda hiçbir yetenekleri yoktur. Bu bakış açısına göre, yalnızca ellerinde makineli tüfek bulunduğu için devlet yönetimini gerçek heveslilere bırakan ve uz man devlet memurlarını ancak basit yürütme etkenleri olarak gören devrimci devletin bugünkü yapısı gerçekte hiçbir yenilik getirmemektedir. Demek ki, var olan sis temdeki güçlüklerin nedenlerini bu yanda değil, başka yerde aramak gerekiyor. Bununla birlikte bu konu bugün kü konuşmamızın dışında kalıyor. Şimdi dikkatimizi meslekten siyaset adamlarının özel niteliklerine, önderlerin olduğu kadar bunların yan daşlarının da özel niteliklerine çevirmeliyiz. Bu nitelik ler zamanla değişti ve günümüzde de büyük çeşitlilikler gösteriyor. Daha önce de gördüğümüz gibi “meslekten siyaset adamları” bundan önceki dönemlerde, prenslerin “tarikatlar”a karşı giriştiği savaşla birlikte ortaya çıktılar; bunlar
5 2
M AX W EBER
ilk başta prenslerin hizmetine girdiler. Şimdi meslekten siyaset adamı tiplerini kısaca gözden geçirelim. Prens, tarikatlara karşı savaşmak için herhangi bir tarikata katılmamış olan, siyasi açıdan elverişli toplum sal tabakalara dayandı. Bu ilk kategoriye rahipler sınıfı giriyordu; batı ve doğu Hindistan’da olduğu kadar Ç in’de, Japonya'da ve Tibet Budha’cılığına inanan M o ğolistan’da ya da Ortaçağ Hıristiyan ülkelerinde de du rum buydu. Bu durumun teknik bir nedeni vardı; bu ki şiler yazı yazmayı biliyorlardı. Brahmacılara, Budhacı ra hiplere, lamalara ya da piskoposlara danışmanlık etmele ri için başvuruluyordu; çünkü bu kişilerde yazmaya ve soyluluğa karşı girişilen savaşta imparator, prens ya da kağan tarafından kullanılmaya yatkın bir yönetim gücü bulunuyordu. Gerçekte rahip ve özellikle de evli olm a yan rahip, zamanın olağan siyasi ve iktisadi çıkarlarının yol açtığı kışkırtmadan etkilenmiyordu ve özellikle de vasal gibi efendisinin zararına ve kendi ardılları yararı na özel bir siyasi güç elde etmeye kalkışmıyordu. Ra hip, toplumsal durumu nedeniyle prens yönetiminin yö netim olanaklarından “yoksun”du. İnsancı bir eğitimden geçmiş okumuş kişiler, ikinci kategoriyi oluşturmaktadır. Siyasi danışman olmak ve özellikle de prensin siyaset tarihçisi olmak amacıyla La:ince söylevler vermenin ve Yunanca şiir yazmanın öğre nildiği bir dönem vardı. Bu insancı okulların ilk filizlen diği ve saraylarda “şiir” kürsülerinin kurulduğu dönemdir; aizde çabucak sönmüş olan bir dönemdir bu. Bu dönem 3kul düzenimizde kuşkusuz kalıcı bir etki yapmıştır ama
MESLEK O LARAK SİYASET 5 3
doğrusunu söylemek gerekirse siyaset alanında önemli so nuçlar doğurmamıştır. Buna karşılık Uzakdoğu’da durum bütünüyle değişiktir. Çinli bilge devlet adamı, Röne sans’ın insancısına benzeyen bir kişidir ya da daha doğ rusu kişiydi yani eski dönemlerin dil yapıtlarıyla ilişki içinde olan, insancı bir eğitim görmüş, incelikli bir oku muş insandı. Li Houng-Tchang’in günlüğünü okusanız, şa ir olmaktan ve çok yetenekli bir hattat olmaktan büyük gurur duyduğunu görürsünüz. Antikçağ Çin modeli üzeri ne kurulmuş geleneklerle beslenen bilge devlet adamları nın oluşturduğu toplumsal tabaka, Ç in ’in tüm yazgısı için belirleyici oldu. Bizim insancılarımız da kendi zamanla rında aynı başarıyla kendilerini kabul ettirme olanağı bulsalardı, bizim yazgımız da böyle olabilirdi. Üçüncü kategoriyi saray soyluluğu oluşturuyordu. Yiiceyöneticiler soyluluğu tarikat olarak elinde tuttuğu si yasi iktidardan uzaklaştırdıktan sonra onu saraya çektiler ve siyasi ve diplomatik görevlerde kullandılar. Eğitim sis temimizin XVII. yüzyıldaki dönüşümü bir ölçüde okumuş insancıların prenslerin yanındaki yerlerini saray soylulu ğuna katılmış meslekten siyaset adamlarına bırakmaları olgusuyla belirgindir. Dördüncü kategori kesinlikle İngiltere’ye özgü bir kişiliğe, “patrician”a dayanmaktadır; “patrician” küçük soyluluğu ve gelir sahibi şehirlileri kapsamaktaydı; bu, teknik bir terim olan “gentry” terimiyle belirtilmektedir. Başlangıçta yüceyönetici “gentry”i baronlara karşı savaş mak için hizmetine aldı ve ona kendi kendini yönelme hizmetlerini verdi ama yüceyönetici zamanla bu yükselen
54
M A X W EBER
toplumsal tabakanın buyruğuna bağlandı. “Gentry”* tüm görevleri kendi toplumsal gücü yararına karşılıksız ele ge çirecek bütün yerel yönetim görevlerini elinde tuttu. Böylece “gentry” tüm Avrupa ülkelerinin baş derdi olan bürokratlaşmadan İngiltere’yi korudu. Beşinci kategori, üniversitede yetişmiş hukukçular kategorisi, Batıya, özellikle de kıta Avrupasına özgü bir tipi oluşturur; bu tip kıta Avrupasının tüm siyasi yapısı nı kesin biçimde belirlemiştir. Çöküş dönemindeki bürok rat Roma devletinin kazandırdığı biçimiyle Roma Hukuku’nun sonradan uyandırdığı olağanüstü etki hiçbir yerde şu olguda görüldüğü kadar açık bir biçimde ortaya çık mamıştır: Kamu alanında gerçekleşen devrim, buradan akılsal bir devlet biçimine doğru ilerlemeyi anlıyorsak, her yerde aydın hukukçuların yapıtıdır. Her ne kadar Ulusal Yargıç Loncaları Roma Hukuku’nun kaldırılmasına karşı çıkmışlarsa da bu durum İngiltere’de de görülebilir. Dün yanın hiçbir yerinde bu olgunun bir benzeri bulunamaz. Mimâmsa hint okulunun akılsal bir hukuk düşünce sine yönelik denemeleri ve İslam düşünürlerinin Antikçağ hukuk düşüncesini geliştirmek için harcadığı çabalar on ların akılsal hukuk düşüncelerinin dinsel düşünce biçim leriyle bozulmasını önleyemedi. Bu iki akım da yasal yar gılama yöntemini akılsallaştırmaktan bütünüyle uzaktı. Bu görevi iyi bir sonuca vardırmak için önce eski Roma Hukuku’na geçişi sağlamak gerekti; bilindiği gibi -R om a bir site devletinden bir dünya imparatorluğuna yükseldiği
(*) G entry: İngiltere’de üst tabaka veya yönetici sınıf, yüksek sınıf.
MESLEK O LA R A K SİYASET 5 5
için- eski Roma Hukuku tam anlamıyla bütünsel bir ya pının ürünüydü. Bu yapıt ilk önce İtalya hukukçuları ta rafından ele alındı; sonra pandect* yasacılarınm Usus modernus’unu, Geç Ortaçağ’ın kilise yasacılarını ve sonun da daha sonra dinsel niteliğinden arıtılacak olan Hıristi yan hukuk düşüncesinin doğal hukuk kuramlarını anmak gerekir. Bu hukuksal akılsallaşmanın büyük temsilcileri İtalyan bölge yargıçları, Fransız hukukçuları (bu hukuk çular kral iktidarı yararına derebeylerinin iktidarını yık mak için hukuksal olanaklar buldular), kilise hukukçuları ve Konsiller’de doğal hukuk kuramı öğreten ilahiyatçılar, saray hukukçuları ve kara Avrupa’sında prenslerin usta yargıçları, Hollanda’da doğal hukuk kuramcıları ve monarkomaklar, İngiltere’de saray ve parlamento hukukçula rı ve Paris Parlamentosu’nun Noblesse de Robe’u** ve Fransız Devrimi’nin avukatlarıdır. Bu hukuksal akılsalcılık olmadan ne kral mutlakçı lığının doğuşu ne de büyük devrim anlaşılabilir. Paris Parlamentosu’nun krala yaptığı uyarıları ya da etats-generaux’un*** XVI. yüzyıldan 1789’a kadar şikâyet defterle rini karıştırırsanız, her yerde hukukçu ruhunu bulursunuz. Devrim sırasında Konvansiyon Meclisi üyelerinin meslek
(*) Pandect: K anun sistem i. (**) N oblesse de Robe: Fransız D evrim i öncesinde para karşılığında so y lu luk ünvanı alanlar. (***) E tats-generau.\: F ra n sa ’da D e v rim ’den önce din ad am ları, so y lu lar ve b urjuva tem silcilerinden m eydana gelen genel m eclis.
5 6
M A X W EBER
lerini gözden geçirecek olursanız, orada tek bir proleter -meslekdaşları gibi aynı seçim yasasıyla seçilmiş olmak la birlikte- ve az sayıda burjuva girişimcisinin olduğu gö rülecektir. Buna karşılık üyeler arasında her türden hu kukçuyu kitle halinde bulabilirsiniz; onlar olmadan bu ay dınların köktenci anlayışını ve tasarılarını kavramak ola naksızdır. O dönemden beri modern avukatla demokrasi birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Öte yandan bağımsız bir toplumsal tabakanın özgül anlamında avukatın kişiliğini ancak Batı’da buluyoruz ve durum Ortaçağ’dan beri böyledir ve o zamandan beri bunlar, davalardaki akılsallaşmanın etkisine bağlı olarak Alman hukuk yönteminde gördüğümüz “koruyucu” (Fürsprech) tipinden başlamak üzere gittikçe çoğaldılar. Siyasi partilerin ortaya çıkışından bu yana avukatla rın batı siyasetindeki önemi raslantı değildir. Siyasi par tiler tarafından yönetilen siyasi girişim bir çıkar girişimi dir yalnızca -bundan ne anlamamız gerektiğini az sonra göreceğiz. Oysa uzman avukatın mesleği tamı tamına ken disine başvuranların çıkarlarını etkin bir biçimde savun maya dayanır. Bu alanda - v e bu düşman propagandası nın üstünlüğünden doğan bir sonuçtur- avukat tüm “dev let m em urlarf’nı geride bırakır. Kuşkusuz ancak avukat dayanakları zayıf bir mantık temeline dayanan ve dolayıîiyla mantık açısından “yanlış” bir davayı teknik açıdan cafere ulaştırabilir, yani “kazanabilir” ama o aynı zaman la sağlam dayanakları bulunan ve dolayısıyla bu anlam la “iyi” bir davayı zafere ulaştırabilecek, yani kazanabiecek tek kişidir. Yazık ki, çoğu kez devlet memuru tek
MESLEK O LARAK SİYASET 5 7
nik açıdan beceriksizliği nedeniyle, dayanaklar açısından “ iyi” bir davayı “ kötü” bir dava durumuna düşürmekte dir. Bunun uygulamasını gördük. Bugün siyaset gitgide artan ölçüde yaygınlaşmaktadır ve giderek yazılı ve söz lü demeçleri araç olarak kullanmaktadır. Oysa sözcükle rin etkisini tartmak öncelikle avukatın etkinliğini oluştu rur, uzman devlet memurunun etkinliğini değil; uzman devlet memuru demagog değildir ve tanım gereği olamaz da. Sakınmazlık edip bu rolü oynamaya kalkarsa bunu ol sa olsa bayağı bir biçimde yapabilir. Gerçek devlet memuru, yükümlülükleri gereği -b u anımsatma eski düzenimizi değerlendirmek açısından önem lidir- siyaset yapmamak zorundadır; o, her şeyden önce yansız bir tutumla yönetmelidir. Bu öğüt sözde “si yasi” devlet memurları için de geçerlidir; en azından res mi olarak, “devlet yararı” yani kurulu düzenin hayati çı karları söz konusu olmadığı zaman geçerlidir. Devlet me muru görevini sine İra et stııdio (hınçsız ve yansız ola rak) yerine getirmelidir. Sonuç olarak devlet memuru si yaset adamının, önderin ya da yandaş düzeyindeki siya set adamının durmadan ve kesinlikle yapmak zorunda ol duğu şeyi, yani zafer kazanmayı gerçekleştirmek duru munda değildir. Gerçekten -İra et studium (hınçlı ve yan lı olarak)- yan tutmak, savaşmak, tutkuya kapılmak siya set adamının özellikleridir, en önce de siyasi önderin özelliğidir. Siyasi önderin etkinliği bütünüyle değişik, hat ta devlet memurunkine karşıt bir sorumluluk ilkesine bağ lıdır. Devlet memurunun namusu, bir buyruğu -kendi dü şüncesinin tersi bir yol izlemeye de zorlansa- üst yetke
5 8
M A X W EBER
nin sorumluluğu altında titizlikle yerine getirme ustalığı na dayanır. O daha çok bu buyruğu kendi düşünceleriy le uyuşuyormuş gibi uygulamalıdır. En doğru anlamında ahlaki düzen olmazsa, ayrıca özveri olmazsa tüm aygıt yıkılıp gidecektir. Buna karşılık siyasi önderin, yönetici devlet adamının namusu, elbette yaptığı bütün işleri kap sayan dar anlamda kişisel sorumluluğa dayanır; o, bu so rumluluğu ne yadsıyabilir ya da bir başkasına bırakabilir ne de yadsımalıdır ya da bir başkasına bırakmalıdır. Oy sa mesleklerinin ahlaki açıdan çok yüksek bir anlamı olan devlet memurları zorunlu olarak kötü devlet adamlarıdır lar; gerçekte devlet memurları siyasi anlamda sorumluluk yüklenemezler ve dolayısıyla onlar bu bakış açısına göre ahlaki yönden yetersiz siyaset adamlarıdırlar. Yazık ki, bu tür devlet memurları bizde yönetim görevleri alıyordu. “ Devlet memurları yönetimi” dediğimiz şey budur. Siyasi etkinlik bakımından bu düzende siyasi açıdan yanlış olanı ortaya koymak hiçbir biçimde Alman y a’daki kamu işlevlerini sarsmak anlamına gelmez. Biz gene siyasi kişiliklere dönelim. Anayasal devletler varolalı beri, hatta demokrasiler varolalı beri “demagog” , Batı’daki siyasi önderin örneği oldu. Bu sözcüğün bizde bıraktığı olumsuz izlenim bize bu adı ilk olarak Cleon’un değil, Perikles’in taşıdığını unutturmamalı. Perikles hiçbir işlevi olmadığı halde ya da daha çok seçimle ilgili bir tek işlevi, yüksek strateji uz manlığı işlevi olduğu halde -o y sa Antikçağ demokrasisi nin öbür tüm görevleri kurayla belirleniyordu- Atina de-
MESLEK O LARAK SİYASET 5 9
m osu’nun yüksek ecclesia’sını* yönetiyordu. Kuşkusuz modem demagoji de hitabetten yararlanmaktadır, hatta modem adayın yapmak zorunda olduğu seçim konuşma larını düşünecek olursak nicel açıdan korkutucu bir oran da yararlanmaktadır, ama demagoji daha çok basın yoluy la yaygınlaşmak yolunu seçmiştir. Bu yüzden siyaset ya zarı ve özellikle de gazeteci, günümüzde bu türün en önemli temsilcileridir. Modern gazetecilik toplumbiliminin basit de olsa bir taslağını çizmemiz bu konuşmanın sınırları içinde kesin likle olanaksızdır. Gerçekte bu sorun nereden bakılırsa ba kılsın ayrı bir konu meydana getirmektedir. Buna göre konumuz açısından önemli birkaç belirleme yapmakla ye tineceğiz. Gazeteci tüm demagoglarla, aynı zamanda avu katla (ve sanatçıyla) aynı yazgıyı paylaşmaktadır. İngilte re’de olup bitenlerin ve eskiden Prusya’da olanların ter sine, hiç olmazsa kıta A vrupa’sında durum budur: gaze teci her türlü kesin toplumsal sınıflamanın dışındadır. O bir tür parya kastının üyesidir; “toplum” bu kastı her za man en yakışıksız temsilcilerinin davranışına göre ahlak lılık açısından toplumsal olarak yargılamaktadır. Bununla birlikte insanların çoğu gerçekten iyi bir gazetecilik “ya p ıt ın ın herhangi bir düşünsel yapıt kadar “ zeka” gerek tirdiğini görmezden geliyor ve çoğu kez, hemen ve istek üzerine yaratılmış bir yapıtın söz konusu olduğunu unu tuyor; bu yapıta öbür aydınların yaratma koşullarından bütünüyle değişik yaratma koşullarında hemen etkinlik ka zandırmak gerekir. Gazetecinin sorumluluğunun bilginin (*) A tina kentinin e cc le sia ’sı: A tin a'd a k i halk yasam a m eclisi.
6o
M A X W EBER
sorumluluğundan çok daha büyük olduğu ve her namus lu gazetecinin sorumluluk duygusunun herhangi başka bir aydının sorumluluk duygusundan aşağı olmadığı çok az akla gelir -son savaş sırasındaki gözlemlere dayanacak olursak bu sorumluluğun çok daha yüksek olduğunu söy leyebiliriz. Gazeteciliğin saygınlığını yitirmesi şu olguyla açıklanabilir: Sorumluluktan bütünüyle yoksun olan ve ge nellikle kötü bir etki yapmış bulunan bazı gazetecilerin marifetlerini anımsıyoruz. Ama hiç kimse gerçek gazete ci ölçülülüğünün genellikle öbür kişilerinkinden büyük ol duğunu kabul etmek istemez. Bu mesleğin uygulanması na bağlı son derece üzücü eğilimler, ayrıca modern ga zeteci etkinliğinin öbür koşulları halka basını güvensizlik ve ağır bir alçaklık karışımı olarak görmek alışkanlığı kazandırdı. Ama bu durumda biz bu akşam incelememiz gereken şeyi inceleyemeyiz. Bizi şu an için ilgilendiren, gazetecilere düşen siyasi görevdir: Gazetecilerin siyasi yö netimle ilgili görevlere geçme olanakları nedir? Bugüne kadar onlar için uygun olanaklar yalnızca sosyal-demokrat partide bulunuyordu; orada bile yazarlık görevleri ge nellikle memurluk görevleriydi ve yönetici durumuna yük selmek için bir sıçrama tahtası oluşturmuyordu. Burjuva partilerinde gazetecilik yoluyla siyasi ikti dara geçme şansı, geçmiş kuşağın şansıyla karşılaştırıldı ğında azalmıştır. Doğal olarak, önemli her siyaset adamı basının etkisine ve dolayısıyla basın çevreleriyle ilişkile re gerek duyar. Ama bununla birlikte -beklentilerin ter sin e- gazeteciler arasından parti önderi çıktığı pek az gö rülmüştür. Bu durumun nedenini gazeteciliğin iyice belir
MESLEK O LA R A K SİYASET
6l
gin “uyarsızlık”ında, özellikle de hiçbir kişisel varlığı ol mayan ve bu nedenden ötürü mesleğinin sağladığı gelir den başka geliri olmayan gazetecinin “ uyarsızlık”ında ara mak gerekir. Bu bağımlılık basın sektörünün hem boyut olarak hem de güç olarak dev gelişiminin sonucudur. Ek meğini gündelik ya da en azından haftalık makalesini ka leme alarak kazanmak zorunluluğu, her gazetecinin sürük lediği bir tür pranga oluşturur; ben bunlar arasında ikti dara yükselmeleri maddi ve manevi açıdan sürekli olarak baltalandığı halde bir önder kişiliğinde olan insanlar ta nıyorum. Eski yönetim döneminde basınla egemen güçle rin devlet ya da partiler içindeki ilişkileri, gazetecinin dü zeyi açısından alabildiğine olumsuzdu ama bu ayrı bir ko nu oluşturuyor. Bu ilişkiler düşman ülkelerinde —itilaf devletleri- bambaşka bir gidiş izledi. Ama orada bile ve genel olarak tüm modern devletlerde şu kural görülebilir: Basın emekçisi sürekli olarak siyasi etkisini yitirmektedir, oysa sanayici -L o rd Northeliffe tipi örneğin- siyasi etki sini sürekli olarak arttırmaktadır. Elbette basındaki büyük sermayeci ortaklıklar bugü ne kadar genellikle siyasete ilgisizliğin belirgin kaynakla rıydılar; bunlar ülkemizde Moniteur general adı verilen ve “küçük ilanlar” basan gazeteleri ele geçirmişlerdi. Bağım sız bir siyasetle hiçbir çıkar sağlanamayacağı ve özellik le de bu yolda ayak direyerek iktidardaki güçlerin, tica ri açıdan istenen bir şey olan, iyi niyetine güvenme umu dunun bulunmadığı göz önünde tutuldu. Ayrıca savaş sı rasında basını siyasi açıdan etkilemeye çalışmak amacıy la muhabir sistemi hükümet tarafından büyük ölçüde kul
62
M A X W EBER
lanılmıştı ve duruma bakılırsa bugün de bu yol sürdürül mek isteniyor. Büyük basının kendini bu haber alma bi çiminden kurtarmayı başaracağı kabul edilse bile, durumu çok daha dayanıksız olan küçük gazeteler için aynı şey söz konusu değildir. Ne olursa olsun gazetecilik mesleği, ortaya koyduğu çekiciliğe ve bu mesleğe atılmak isteyen lere açtığı etki, eylem ve sorumluluk alanına rağmen, biz de bugün siyaset önderi düzeyine ulaşmak için olağan bir yol değildir (bu yolun bundan sonra olağan bir yol olup olmayacağını ya da tersine henüz olağan bir yol olup ol madığını gelecek gösterecek). Birçok gazetecinin savunduğu gibi, yazılan yazıya ad koymama ilkesini bırakmanın -tü m gazetecilerin bunu savunmadığı doğrudur- durumu değiştirmeye yetip yetme yeceğini önceden görmek zordur. Savaş sırasında başya zarlık görevini büyük bir kişiliğe sahip ve kesinlikle ken di adlarını kullanan yazarlara vermiş gazetelerle ilgili ola rak Alman basınından edinebildiğimiz deney, birkaç olay da, sanıldığı gibi bu kişilerin kafasına yüksek bir sorum luluk duygusu sokmadığını gösterdi. Bu yolu -parti ayrı mı yapmaksızın- tirajlarını arttırmak için kullanmak iste yenler, herkesin bildiği gibi haber gazeteleri denen gaze teler oldu ve bunlar amaçlarına tam anlamıyla ulaştılar. Söz konusu baylar, yani hem bu yayınların yöneticileri hem bir bardak suda fırtına koparan gazeteciler servet ka zandılar ama saygınlık kazanmadılar. Bu makalelere im za koymak ilkesinin bırakılması gerektiği anlamına gel mez; sorun gerçekte çok karmaşıktır ve ortaya koyduğu muz olgunun hiçbir genel uzanımı yoktur. Ben yalnızca
MESLEK O LA R A K SİYASET
63
bugüne kadarki uygulamanın gerçek önderler ve sorumlu luklarının bilincinde olan gerçek siyaset adanılan yetiştir mek açısından iyi bir yol olmadığını belirtiyorum. Duru mun nasıl gelişeceğini bize gelecek zaman gösterecek. Ne olursa olsun gazetecilik mesleği, gene de mes lekten siyasetçi etkinliğinin en önemli yollarından biri olarak kalacaktır. Ama bu herkes için geçerli bir yol de ğildir. Özellikle zayıf kişilikler için geçerli bir yol de ğildir, hele ancak tuzakların bulunduğu bir toplumsal or tamda kendilerini gösteren kişiler için hiç geçerli değil dir. Genç aydının yaşamı çok önceden gelişigüzelliğin akışına bırakılmış olsa da, bu yaşam gene de kendisini yanlış adım atmaktan engelleyen bazı toplumsal uzlaşma larla çevrilidir. Ama gazetecinin yaşamı her bakımdan tam anlamıyla rastlantıya kalmıştır ve bu durum kendi kendine güvenin herhalde benzeri hiçbir meslekte görül meyen bir biçimde sınandığı koşullarda gerçekleşir. Mes lek yaşamının genellikle acı olan deneyleri bu mesleğin belki de en az sıkıcı yanını meydana getirmektedir. Çün kü kişilikleri için özellikle korkutucu olan zorunluluklar la karşılaşmak durumunda bulunanlar, elbette bizim iyi tanıdığımız gazetecilerdir. Ne olursa olsun dünyadaki güçlü kişilerin salonlarında görünüşte eşit koşullarda boy göstermek, kendisinden korkulduğu için genellikle, hatta sık sık pohpohlanmak ve aynı zamanda kapının eşiğine varır varmaz ev sahibinin “basının sü m ü k lü lerin d en söz açacağını pekâlâ bilmek kolay şey değildir. Hele “piyasa”nın ortaya attığı her türlü sorun üzerinde ilgiyle dur mak zorunda olmak ve tüm bunları yalnızca yavanlığa
64
M AX W EBER
düşmeden değil ama özellikle kendini rezil etmeye götü ren her türlü değerden yoksun eğilimlere ve bunun dur mak bilmez sonuçlarına da düşmeden yapabilmek hiç de kolay değildir. Bu durumda şaşırtıcı olan yan, birçok ga zetecinin doğru yoldan sapmış olması ya da insani açı dan düşkünlüğü değil ama tüm bu güçlüklere rağmen bu loncanın gerçekten değerli insanları, hatta inançsızlıkların bile kuşku duymadığı kadar çok sayıda namuslu gazete ciyi kapsamasıdır. Gazeteci bir anlamda uzun bir geçmişe dayanan bir meslekten siyaset adamı tipiyken, siyasi parti memuru ti pi-, tersine ancak son birkaç on yıl içinde ve bir ölçüde de son yıllarda ortaya çıktı. Bu yeni tipin tarihsel geli şimini anlamak için önce siyasi partilerin yaşamını ve dü zenini incelemek gerekir. Kırsal alanlardaki kantonlar dışında her yerde ikti dar sahiplerini belirleyecek seçim dönemleri, siyasal giri şimin zorunlu bir biçimde çıkar girişimi olduğu dönem lerdir. Her şeyden önce siyasal yaşamla ilgili ve iktidarı paylaşmaya istekli oldukça az sayıda insanın yandaşların özgürce yan tutmasıyla partiye alınması, seçimlerde ken dilerini aday göstermesi ya da destekledikleri kişileri öne sürmesi, gerekli parasal olanakları elde etmesi ve oy avı na çıkması demektir. Bu tür örgütlenmeler olmaksızın bü yük siyasal topluluklarda seçim düzenlemelerinin gerçek leştirilmesi düşünülemez. Uygulamada bu durum oy hak kı bulunan yurttaşları siyasal açıdan etkin öğeler ve si yasal açıdan edilgin öğeler diye bölmek anlamına gelir.
MESLEK O LARAK SİYASET
65
Bu ayrımın temelinde herkesin yargısını özgürce belirtme si bulunduğuna göre, genellikle aklımıza gelen tüm ön lemlere karşın bu yargıyı yok edemeyiz; örneğin zorunlu oy, “ mesleklerin bildirilmesi” gibi şeylerle ya da şeylerin bu durumunu biçimsel olarak ya da gerçek olarak orta dan kaldırmayı amaçlayan başka herhangi bir yolla ve bir de meslekten siyasetçilerin egemenliği hilesiyle yok ede meyiz. Etkin öğeler olarak partiye özgürce militan almak isteyen önderlerin ve yandaşların varlığı ve buna tepki olarak edilgin bir seçmen topluluğunun bulunması, tüm siyasal partilerin yaşamı için zorunlu koşullardır. Ama si yasal partilerin yapısı da değişebilir. Ortaçağ kentlerinin “parti”leri, örneğin G uelf’ler* ve Gibelin’lilerin** partileri yalnızca cilientis’lerden** oluşu yordu. Statııto della parte G uelfa'yı*** ele alırsak, Nobi/flerin -yani şövalye gibi yaşayan, dolayısıyla gibi yaşa yan, dolayısıyla bir f ı e f sahibi olabilen tüm ailelerinmallarına el konulması gibi hükümleri anımsarsak ya da bu ailelerden olan kişilerin görev alma ya da oy verme haklarının kaldırılmasını anımsayacak olursak ya da bu partinin bölgelerarası komitelerin yapısını, sert askeri ör gütünü ve hafıyeleri ödüllendirişini göz önünde tutarsak,
(*)
G uclf: XII. ve X III. y ü zyıllarda A lm anya ve İtaly a'd a , G u e lf hükü
m etini ve papayı destekleyen. A lm an im paratorlarına bağlı am a G ibeliıı’lcrin düşm anı olan gruplardan biri. (**) C ilientis: Y andaşlar y a d a korum a altındaki kişiler. (***) Statuto della parte G uelfa: G u e lf P a rtisi'n in yönetim kuralları.
66
M A X W EBER
Bolşevikliği, onun sert askeri örgütünü, özellikle Rus y a ’da görülen özenle seçilmiş hafiyeler düzenini, “burju valar”! siyasal haklarından yoksun bırakarak ve malları na el koyarak hukuksal açıdan gözden düşürüşünü, kısa cası girişimcileri, tüccarları, akarcıları, rahipleri, hanedan soyundan gelenleri ve eski polis örgütünün önderlerini ortadan kaldırışını düşünmeden edemeyiz. Hele şu nok taya parmak basarsak benzerlik iyice çarpıcı bir görünüm kazanır: Guelfe partisinin askeri örgütü şövalyelerden oluşan bir ordu ilkesine dayanıyordu ve bu orduda he men hemen tüm komuta görevlerini soylular ellerinde bu lunduruyorlardı; çünkü Sovyetler büyük ölçüde ödüllen dirilmiş girişimciyi, zincirleme çalışmayı, yani Taylor sistemini, orduda ve fabrikada disiplini korumaktadır ya da daha çok yeniden temellendirmektedir, yabancı serma yelere de gözünü dikmektedir. Tek sözcükle söylersek Sovyetler iktisat ve devlet mekanizmasını çalıştırabilmek için önceleri burjuva sınıfının kurumlan diye mahkûm et tiği her şeyi benimsemek zorunda kalmıştır; ayrıca eski Ohrana hafiyelerini siyasal iktidarın başlıca araçları du rumuna getirerek onları eski görevlerine koymuştur. Bu nunla birlikte bu konuşmamızda şiddete dayalı bu tür ör gütlenmelerle değil, daha çok meslekten siyaset adamla rıyla ilgileneceğiz; bunlar bir siyasal partinin gücüyle ik tidara gelmeye çalışan, akılsal ve “barışçı” yollar dışın da herhangi bir şeye başvurmaksızın seçim pazarında oy toparlayan kişilerdir. Siyasal partileri alışılmış anlamlarında ele alırsak bunların önceleri örneğin İngiltere’de yalnızca basit soy
MESLEK O LA R A K SİYASET
6~/
lu clients’lerinden* oluştuğunu görürüz. Lordun biri her hangi bir nedenden ötürü parti değiştirince ona bağımlı olan kişiler de öbür kesime katılıyorlardı. Reform Bili** dönemine kadar seçmen kentlerinin meydana getirdiği dev kitlenin koruyuculuğunu kral değil, büyük soylu aileleri yapıyorlardı. Daha sonra burjuvazinin siyasal yükselişiyle gelişecek olan seçkinler partileri, o sıralarda soylu parti lerine oldukça yakın bir yapı içindeydiler. Aydınlarca kö rüklenen ve yönetilen “varlıklı ve öğrenim görmüş” top lumsal çevreler - B a t ı’ya özgü bir kategoridir b u - bir öl çüde aile geleneğinden, bir ölçüde de tam anlamıyla ide olojik nedenlerden ötürü değişik bölüntüler meydana ge tirdiler ve siyasal partiler oluşturdular, bu partilerin yö netimlerini de ellerinde tuttular. Rahipler sınıfının üyele ri, ilkokul öğretmenleri, profesörler, avukatlar, doktorlar eczacılar, hali vakti yerinde köylüler, üretimciler - v e İn giltere’de gentlemen’ler*** sınıfına katılmayı uman tüm toplumsal tabaka- önce parçalı siyasal topluluklar ya da bölgesel siyaset demekleri oluşturdular; çalkantılı dönem lerde de küçük burjuvaların hatta bir keresinde de prole taryanın siyasal düzeyde kendilerini gösterdiği oluyordu. Ayrıca bu toplumsal tabakaların bir önder bulması gere kiyordu. Genel olarak böyle bir önderi kendi içlerinden çıkaramıyorlardı. Bu aşamada ülke içinde sürekliliği olan (*) C lient: m üvekkil; m üşteri; başk a birisinin korum ası altındaki kişi. (**) R eform B ili: R eform K anunu. (***) G entlem en: G eçim ini sağlam ak için herhangi bir iş tutturm ası gerek m eyen, herhangi b ir yerde çalışm ayan, bağım sız gelir k a y n ak lan olan kim seler sınıfı.
68
M A X W EBER
toplulukları arkasına alacak, bölgesel olarak örgütlenmiş partiler henüz yoktu. Parlamenterlerin oluşturduğu siyasal birlik dışında birlik bulunmuyordu; bununla birlikte yerel seçkinler adayların seçiminde belirleyici bir rol oynuyorlardı. Prog ramlar bir ölçüde adayların inançlarını açıklamalarıyla, bir ölçüde seçkin toplantılarında alınan kararların ya da par lamenter bölüntülerince alman kararların aktarılmasıyla oluşuyordu. Gerektiğinde bir sorumlunun tutup da boş za manının bir bölümünü bir derneğin yönetimine ayırması ancak geçici olarak ya da bütünüyle onursal olarak ger çekleşebilecek bir şeydi. Sorumluların bulunmadığı yöre lerde (en çok karşılaşılan durum da buydu) siyasal etkin lik bütünüyle düzensizdi, olağan bir biçimde ve sürekli olarak ülke sorunlarıyla ilgilenen kişiler arasında bile. Yalnızca gazeteci, ücretli bir meslekten siyaset adamıydı ve parlamento toplantılarıyla birlikte ciddi bir sürekliliği bulunan tek siyasal düzenlemeyi basının girişimi oluştu ruyordu. Bununla birlikte parlamenterler ve parti önderle ri, siyasal bir eylemi işe yarar buldukları gün hangi seç kinlere yöneleceklerini çok iyi biliyorlardı. Ancak büyük kentlerde partilerin sürekli çalışan bölümleri vardı; bura larda ölçülü aidatlar almıyor, sürekli rastlaşmalar ve hal ka açık toplantılar oluyordu; bu süre içinde de milletve kili yarattığı etkiyi hesaplıyordu. Ama siyasal yaşam ger çekten ancak seçim döneminde vardı. Bununla birlikte kısa bir süre sonra partiler içinde daha sıkı bir birliğin gerekli olduğu anlaşıldı. Bu yöne
MESLEK O LARAK SİYASET 6 9
lişte birçok neden etkili olmuştur: Değişik seçim bölge leri arasında seçim uzlaşmaları kurmakta parlamenterlerin çıkar görmeleri, birlikli ve ülkedeki geniş toplumsal ta bakalar tarafından benimsenmiş bir programın yaratabile ceği etki ve genel olarak birlikli bir siyasal kışkırtmanın partiye sağlayacağı yarar. Bununla birlikte orta derecede önemli kentlerde partinin yerel bölümler ağı kurulduktan sonra bile ve parlamento grubunun bir üyesiyle ilişki için de olan “güvenilir insanlar” ülkenin her yanma yerleştik ten sonra bile parti aygıtının yapısı çok az değişti: Par ti aygıtı ilke olarak bir seçkin topluluğu özelliğini koru du. Merkez örgütünün memurları dışında henüz ücretli memur yoktu; çünkü her yerde yerel toplantılar halktan gördükleri saygıdan ötürü “önemli” sayılan kişiler tarafın dan yönetiliyordu. Parti dışındaki “seçkinler” parlamento da bulunan seçkinlerle birlikte etkilerini duyuruyorlardı. Parti tarafından yayımlanan yazışmalar, doğal olarak ba sının ve yerel kamu birliklerinin manevi besinini artan bir biçimde sağlıyordu. Üyelerin düzenli aidatları zorunlu oluyordu ve bu aidatların bir bölümüyle merkezin örgüt lenme giderleri karşılanıyordu. Kısa bir süre öncesine ka dar Alman siyasal örgütleri henüz bu aşamadaydılar. Hat ta bunlar Fransa’da bir ölçüde ilk aşamada kaldılar, ya ni parlamenterlerle küçiik seçkinler topluluğu arasındaki son derece kararsız ilişkiler aşamasında kaldılar. Bu ör gütlerde programlar gene seçim bölgelerindeki adaylar ta rafından ya da bunların koruyucuları tarafından seçim kampanyasının açılışı öncesinde hazırlanıyordu, yerel zo runluluklara uyarak parlamenterlerin kararları ve program ları gene az çok gözetiliyordu. Bu sistemin sarsılması gü
70
M AX W EBER
nümüzde ancak bir ölçüde başarılmıştır. Demek ki, bir kaç yıl öncesine kadar siyasal etkinliği başlıca meslek du rumuna getiren kişilerin sayısı son derece azdı. Bunların başlıcalarını seçilmiş bulunan milletvekilleri, merkez ör gütünün bazı memurları, gazeteciler ve bir de Fransa’da “görev peşinde” olanlarla bir görevde bulunduğu halde yeni bir durum ortaya çıkmasını bekleyenler oluşturur. Genellikle siyaset yaygın bir biçimde ikinci meslek olarak alınmaktadır. “ Bakan adayı” olabilecek milletvekil lerinin sayısı çok azdır, seçimlerde aday gösterilenler de öyle; çünkü seçkinler işlemlerin denetimini ellerinde tut maktadırlar. Buna karşın siyasetle dolaylı olarak ilgilenen lerin, özellikle de maddi açıdan ilgilenenlerin sayısı ka barıktır. Bir bakanın alabileceği tüm önlemler ve her şey den önce kişisel sorunlara getirebileceği tüm çözümler, gelecek seçimler üzerine alınacak kararın olası etkisini göz önünde tutuyordu. Gerçekte her çeşit isteği karşıla yabilmek için o yöre milletvekilinin aracılığına başvuru luyordu; demek ki, bakan istese de istemese de milletve kiline kulak vermek zorundaydı, özellikle onun bağlı ol duğu çoğunluğun üyesiyse; bu nedenle her milletvekili onun çoğunluğuna katılmaya bakıyordu. Milletvekili gö revlerin koruyuculuğunu ve genel olarak kendi seçim böl gesiyle ilgili sorunlarda her türlü koruyuculuğu elinde bu lunduruyordu. Ve bir yandan da yeniden seçilmeyi sağ lamak için seçkinlerle ilişkilerine önem veriyordu. Seçkinler egemenliğinin ve özellikle de parlamen ter egemenliğinin bu parlak durumuna bugün son dere ce köktenci bir biçimde modern partilerin yapısı ve ör
MESLEK O LARAK SİYASET
"Jî
gütlenişi karşı çıkmaktadır. Bu yeni oluşumlar dem okra sinin, genel oyun, kitleleri üye yapm a ve örgütleme zo runluluğunun, partilerin zirvede gittikçe katılaşan bir bi çimde bütünleşmeye ve çeşitli basamaklarda gittikçe cid dileşen bir disipline doğru evrim geçirmelerinin ürünle ridir. Seçkinler egemenliğinin olduğu kadar yalnızca par lamenterler tarafından yürütülen bir siyasetin de çöküşü ne tanık oluyoruz. Parlamentonun dışında kaldıkları hal de siyasal etkinliği başlıca meslekleri durumuna getiren bireyler, siyasal girişimi yeniden ele geçiriyorlar. Bunlar ya Amerikan patronu ya da İngiliz seçim memuru tü ründen “girişimciler”dir ya da belli bir ücret alan parti memurlarıdır. Biçimsel açıdan artan bir demokratikleş meyle karşı karşıyayız. Partinin davranış biçimini sapta yacak olan programı belirleyen parlamento grubu değil dir artık, seçimlerde aday olacak kişileri kararlaştıranlar da seçkinler değildir, parti içinde örgütlenmiş militanla rın oluşturduğu birliklerdir; bunlar hem adayları seçerler hem de üyelerinden bir bölümünü yüksek kademedeki meclislere temsilci olarak gönderirler; burada “parti kongresi” adı verilen genel kurula kadar uzanan birçok basamak bulunabilir. Gerçekte bu durumda iktidar sürek li üyeler’in elindedir; bu kişiler kendi örgütleri içinde ya koruyucular gibi ya da Tam many Hail* türünden güçlü siyasal çıkar derneklerinin başkanları gibi girişime kişisel olarak ya da parasal olarak egemen olan kişiler (*) T am m an y H all: N ew Y ork şeh rin d e D em o k rat Parti b ü n y esin d ek i rü ş v et ve k an u n su z h arek etlerle ve p atronluk tasla y ara k p o litik kontrol elde e tm e y e çalışan siyasi ö rgütlenm e.
M AX W EBER
arasında iş sürekliliğini sağlamaktan sorumludurlar. B u rada belirleyici ve yeni olan öge şu olgudadır: Bu dev aygıt - y a da Anglosakson ülkelerine özgü bir anlatımla “ makine”- ya da daha çok örgütten sorumlu kişiler, par lamenterleri başarısızlığa uğratabilir, hatta önemli ölçüde kendi istemlerini egemen kılmaya çalışabilir. Bu öge özellikle parti yönetiminde görev alacak üyelerin seçimi konusunda önemlidir. Ancak makinenin izlemeye hazır olduğı., parlamentonun üzerine çıkmayı bile göze alarak izlemeye hazır olduğu kişi önder olabilir. Başka bir de yişle, bu makinelerin kurulması plebisitçi demokrasinin işe karışması anlamına gelir. Militanlar ve özellikle de memurlarla partinin giri şimcileri, önderlerinin zaferinden doğal olarak kişisel bir çıkar beklemektedirler: Görevler ya da buna benzer ola naklar gibi. Burada belirleyici olan şey bu kişilerin bu olanakları önderden beklemeleri, tek tek kişilerden de parlamenterlerden de beklememeleridir. Bu kişiler her şeyden önce seçim kampanyası boyunca önderin kişili ğinin yaratacağı güzel söz söyleme etkisinin kendilerine oy ve temsilcilik görevi sağlayacağını ve böylece ken dilerine iktidar yollarını açacağını ummaktadırlar, öyle ki bağlılıklarından bekledikleri ödülü elde etmek açısından militanların çok büyük şansları bulunacaktır. Ruhsal açı dan her siyasal partinin en önemli itici güçlerinden bi ri de inançlı bir insanın bir programdaki soyut önemsiz şeyler yararına çalışmaktan değil de bir kişiliğin başarı ları uğruna canla başla çalışmaktan duyduğu aşırı isteğe dayanır. Önderin “ iyilikçi” iktidarı da elbette buradan
MESLEK O LARAK SİYASET 7 3
kaynaklanır. Partilerin bu yeni örgütleniş biçimi değişik ölçüler de kendini ülkelerin çoğuna kabul ettirdi; etkilerini ko rumak için kavga veren seçkinler ve parlamenterlerle de sürekli biçimde gizli bir rekabet oldu. Bu yeni biçim ilk olarak A m erika’da bir burjuva partisinde ve A lm anya’da da bir sosyalist partide ortaya çıktı. Tutumlardaki sürek li değişiklikler elbette bu devrimi sınırlandırdı, özellikle de bir parti belirli bir anda herkesin tanıdığı bir önder den yoksun kaldığı zaman. Böyle bir önder var oldu ğunda bile kendini beğenmişliğe ve parti içindeki seç kinlerin kişisel çıkarına her türlü ödünü vermek gerekir. Öte yandan makine, iç örgütlenme çalışmasını düzenli olarak yürüten memurların boyunduruğu altına da gire bilir. Sosyal demokrat bazı çevrelere göre bu parti, ya kın bir zamanda bu tür “ bürokratlaşmalar”ın kurbanı ola caktır. Ayrıca “ memurlar”ın, büyük etki uyandıran de magog bir önderin kişiliğine az çok kolaylıkla boyun eğ diklerini de unutmamak gerekir. Bu durum hem memur ların maddi ve manevi çıkarlarının kendi partileri için diledikleri parlaklığa ve güce sıkı sıkıya bağlı olması ol gusuyla hem de bir önder uğruna çalışmanın çok daha büyük bir içten doygunluk sağlaması olgusuyla açıkla nır. Buna karşılık memurlarla birlikte seçkinlerin de par ti içinde büyük bir etki uyandırdığı örgütlerde -burjuv a partilerinde sık sık görüldüğü g ib i- önder durumuna gel mek son derece güçtür. Gerçekte seçkinler, büro ya da yönetim kurulu üyeliği gibi küçük bir görev için o ka dar yatırım yaparlar ki, bu görev neredeyse “yaşamları
74
M A X W EBER
nın amacı” durumuna gelir. Genellikle bunların etkinlik lerine kendini homo novus* olarak ortaya koyan dem a goga duydukları kin, partideki siyasal deneylerinin bü yüklüğüne olan inançları -b u deney gerçekten önemli olabilir- ve örgütün eski geleneklerinden kopmamak bi çiminde kendini gösteren ideolojik kaygıları yön verir. Bu kişiler parti içindeki tüm tutucu öğelere güvenebilir ler. Kırsal kesim seçmeninin, aynı zamanda küçük bur juva seçmeninin gözü seçkinlerin üstündedir; seçkinlerin adları onun için her zaman bildik adlardır. Demek ki, bu seçmen tanımadığı bir kişinin tutkusu karşısında gü vensizdir, bu kişiye kesin zafer kazandığı gün sarsılmaz bir bağlılık göstermek koşuluyla. Şimdi de parti yapıla rının bu iki biçimi arasındaki bu kavganın bazı önemli örneklerini ve özellikle de Ostrogorski’nin tanıtladığı plebisit biçimi yönünde gerçekleştirilen ilerlemeleri daha ayrıntılı olarak incelemeye çalışalım. İngiltere’den başlayalım. 1868’e kadar parti örgütle ri hemen her yerde tam anlamıyla bir seçkinler toplulu1 ğu görünümündeydi. Tories Partisi (tutucular) kırsal alan larda Anglikan rahiplerine ve ayrıca -hatta çoğu k e z - il kokul öğretmenlerine ve özellikle de çeşitli kontlukların büyük toprak sahiplerine dayanıyordu. Whigs Partisi de en çok tutucu olmayan vaizlere (vaiz bulunan yerlerde), postacıya, demirciye, terziye, ipçiye, kısacası kendileriyle konuşma olanağı olduğu için siyasal etkide bulunabilecek bu tür zanaatçılara dayanıyordu. Köylerdeyse siyasal par (*) H om o novus: Yeni insan; soylular sınıfına henüz yükselm iş kişi.
MESLEK O LARAK SİYASET 7 5
tiler arasındaki bölünmeler bir ölçüde iktisadi nedenlere, bir ölçüde dinsel nedenlere ve bir ölçüde de geleneksel olarak aileden gelen görüşlere bağlıydı. Bununla birlikte seçkin kişiler siyasal örgüt ortamının bulunduğu her yer de iktidar sahipleri olarak kalıyorlardı. Bütün bunların üzerinde de Parlamento ve siyasi partiler vardı; bunları hükümet ve onun “ lideri” yönetiyordu. Bu lider ya ba kanlar kurulunun ya da muhalefetin başkanıydı. Lider par ti içinde son derece önemli bir rol oynayan meslekten bir siyaset adamının, “a ra c f’nın (whip)* yardımım görüyordu. Bu aracı, memurların koruyuculuğunu üstleniyor, siyasal bir yer sağlamak isteyenlerle görüşüyor ve çeşitli seçim bölgelerinin milletvekillerine danışarak onlara görev dağı tıyordu. Ama her seçim bölgesinde yeni bir meslekten si yaset adamları kategorisinin geliştiği görüldü; başlangıçta bu kişiler ücretsiz hizmet eden yerel memurlardan başka bir şey değildiler; bizim ülkemizdeki “güvenilir adamlar” gibi. Ayrıca seçim düzenini güvence altına almayı amaç layan yeni bir seçim yasasının çıkmasıyla birlikte, seçim bölgelerinde bir sermayeci girişimci tipinin, seçim memu runun ortaya çıktığı görüldü. Yeni yasanın amacı seçim harcamalarını denetlemek ve adayı, düzenlediği kampan ya boyunca harcadığı paraları açıklamaya zorlayarak pa rasal gücü engellemekti; bu olgudan ötürü seçim memu ru zorunlu bir kişilik durumuna geldi. Bunun sonucunda her aday, konuşmanın verdiği yorgunluğu hesaba katmaz sak, belirli tutarda para çekmek, hatta bir zamanlar bizde (*) W hip: Parlem cntoda parti denetçisi.
7 6
M A X W EBER
verilenlerden daha büyük tutarlarda para çekmek olanağı nı elde ediyordu. Seçim memuru ilke olarak adaydan or talama bir miktar para istiyordu ve böylece çok zaman iyi iş yapmış oluyordu. İktidarın hem Parlamento hem de ül ke düzeyinde lider ve parti ileri gelenleri tarafından bö lüşülmesi, İngiltere’de lidere her zaman çok büyük bir olanak sağlıyordu; çünkü sürekliliği olan iyi bir siyaset için lidere olanak sağlamak gerekirdi. Bununla birlikte seçkinlerin ve parlamenterlerin etkisi önemini sürdürüyor du. Partilerin eski örgütlenme biçimlerinin durumu he men hemen buydu. Örgütlenme bir ölçüde ileri gelenle rin, bir ölçüde de memurların ve girişimcilerin işiydi. 1868’den sonra ilk olarak Birm ingham’daki yerel seçim ler sırasında caucus* sistemi gelişmeye başladı. Bu sis temi Joseplı Chamberlaine’ın desteklediği tutucu olmayan bir protestan rahibi yarattı. Gerekçe olarak da oy verme hakkının demokratikleştirilmesi gösterildi. Kitleyi kazan mak amacıyla görünüşte son derece demokratik olan dev bir topluluk aygıtını işletmek, kentin her mahallesinde bir seçim komitesi oluşturmak, girişimde sürekliliği korumak ve topluluğu katı bir biçimde bürokratlaştırmak çok iyi bir yol olarak görüldü; böyle yerel kurullar tarafından tutulan memurların sayısı büyük ölçüde arttı; bu kurul lar kısa sürede seçmenlerin yüzde 10’unu topladılar ve örgütlediler. Seçimle gelen ama daha sonra partiye ka tılma hakkını elde eden asıl aracılar parti siyasetinin be (*) C aucus: A m erik a’da aday saptam ak am acıyla siyasal b ir partinin yerel üyelerinin toplanm ası. M ahalli parti m eclisi toplantısı.
MESLEK O LARAK SİYASET
~J1
lirleyicisi durumuna geldiler. Etkin güçler, özellikle be lediyelerdeki siyasetle ilgilenenlerin bulunduğu yörelerde yerel kurullara sokuluyordu -belediye siyaseti her zaman sağlam maddi olanaklar elde etmek açısından bir sıçra ma tahtasıdır. Gerekli parasal olanakları denkleştirenler de tam anlamıyla bu yerel güçlerdir. Parlamento yöne timinin gözünden bütünüyle kaçan bu yeni makine, kı sa bir süre sonra, o zamana kadar iktidarı ellerinde tu tan güçlerle, özellikle de W hip’lerle savaşa girişti. Bu nunla birlikte bulundukları yerden çıkar sağlayan yerel kişiliklerin desteğiyle bu güçler bu savaştan başarıyla çıktılar ve onların başarısı öylesine eksiksiz bir başarıy dı ki. Whip boyun eğmek ve onlarla uzlaşmak zorunda kaldı. Bunun sonucu da tüm iktidarın birkaç kişinin ve önünde sonunda partinin başında bulunan kişinin elinde toplaşması oldu. Bütün bu sistem gerçekte Gladstone’un siyasal güçlenişine koşut olarak özgürlükçü parti içinde gelişti. Makineyi, ileri gelenler karşısında çok kısa zaman da böylesine başarılı kılan nedenler, Gladstone’un hita bet ustalığı, siyasetinin ahlaki içeriğine kitlelerin duydu ğu sarsılmaz inanç ve en önemlisi de kişiliğindeki ah laklılıktır. İngiliz siyaset sahnesine böylece bir tür plebisitçi Sezar'cılık geldi; bu Sezar’cılığın çizgileri seçim savaşı alanında egemen olan bir diktatörün çizgileriydi. Sonuç kendini göstermekte gecikmedi. Caucus sistemi ilk defa 1877’de genel seçimler sırasında uygulamaya sokul du. Sonuç şaşırtıcıydı. Disraeli en başarılı döneminde ik tidardan çekilmek zorunda kaldı. 1876’dan sonra makine
8
M AX W EBER
■tık Gladstone’un kişiliğine, iyilikçilik anlamında öyle ne bağlıydı ki, Gladstone Home Rule* sorununu ortaa atınca tepeden tırnağa tüm aygıt, ‘Biz gerçekten ladston’un çizdiği alanda m ıyız?’ sorusunu hiç mi hiç >rmadı. Tersine Gladstone’un sözlerine kesin bir biçim; inanmakla yetinerek Gladstone’un her yaptığını bemseriz dediler ve makine yaratıcısını, yani Chamberlaı’ı bile bir yana bıraktı. Makine önemli bir kişiye gerek duyuyordu. Bugün ıgiltere’de doğrudan doğruya parti siyasetiyle yaşamını irdüren hemen hemen 2 bin kişi vardır. Yalnızca bir iş ;şinde koşanların ve başka çıkarlar kollayanların, özel d e de belediye siyasetinden çıkar bekleyenlerin sayısı >k daha büyüktür. Öte yandan caucus sisteminde birlen siyasetçiler, iktisadi bekleyişlerden başka kendilerini )sterme heveslerini doyurmayı da umabilirler. Gerçekte ınlar olağan olarak J.P.** ya da M.P.*** durumuna gelek gibi büyük emeller de besleyebilirler. Bu yerler özel de iyi bir eğitim gördüğünü kanıtlayabilecek durumda an kişilere, yani gentlemen’lara açıktır. Büyük gelir sa bi kişileri en önce bekleyen yüksek onur, lordluktur. inkü partilerin para kaynaklarının hemen hemen yüzde lisi bu tür bağışçıların katkılarından doğmaktadır.
H om e R ule: Ö zerklik. 1870’ler ve 1880'lerde G üney İrlan d a’nın yöncıini İn g ilte re'd e n alıp İrlandalI bir parlem cntoya verilm esini destekleyen itik b ir hareket. ) J.P.: Sulh Y argıcı. *) M .P.: P arlcm ento üyesi.
MESLEK O LA R A K SİYASET 7 9
Tüm bu sistemin sonucu ne olmuştur? İngiliz par lamenterleri, genel olarak, bazı hükümet üyeleri (ve bazı asıl üyeler) dışında son derece iyi düzenlenmiş oy hay vanları durumuna düştüler, başkaca bir şey değil. Bizde, yani Reichstag’da,* özel yazışmalarını masasının gözüne kitleyerek, yurdunun iyiliği için çalışır gözükmeyi bece ren insanlar vardır. Oysa İngiltere’de bu en küçük kura la bile uyulmuyor; parlementerin oy kullanmaktan ve par tisine ihanet etmemekten başka yapacak şeyi yoktur. Whip çağrıldığı zaman boy göstermek ve duruma göre hükümet başkanının ya da muhalefet liderinin emrettiği şeyi yapmak zorundadır. Etkili bir kişi tarafından yöne tildiğinde caucus makinesi yerel düzeyde hemen hemen hiç tepki göstermez; yalnızca liderin istemine uyar. De mek ki, böylece Parlamento’nun üstünde, gerçekte plebisitçi bir diktatör olan önder bulunur. Önder, makine sa yesinde kitleleri peşinden sürüklemektedir. Buna göre par lamenterler onun gözünde müşteri durumunda olan sıra dan arpalıklılardan başka bir şey değildir. Bu sistemde önderlerin seçimi nasıl yapılmaktadır? Bunlar hangi yeteneklere göre seçilmektedirler? Dünyanın her yerinde belirleyici nitelik olarak bilinen irade dışın da, belirleyicilik yalnızca söz oyunlarının gücüne dayanır. Anlayışa seslenen C obden’in ve “bırakınız olgular konuş sun” formülünün uygulayıcılığını yapan Gladstone’un dö neminden bugünkü döneme yöntem değişti; bugün kitle leri devindirmek için çoğu kez bütünüyle heyecan verici (*) R cichstag: A lm an İm paratorluğu T cm silcilcr M ccüsi
8o
M A X W EBER
bir niteliği olan yöntemler kullanılıyor, Kurtuluş Ordusu'nun kullandığı türden yöntemler. Bu durum haklı ola rak “kitlelerin sömürülmesi ve heyecanlandırılması üzeri ne temellenmiş bir diktatörlük” diye nitelendirilebilir. Bu nunla birlikte İngiltere Parlamentosu’nda çok gelişmiş olan kurulların çalışma sistemi yönetici örgüt düzeyinde üyelik görevi isteyen her insana işbirliği yapmak olana ğını verir, hatta başarılı olmak için onu bu yolu izleme ye zorlar. Son yıllarda yetişmiş en önemli bakanlar bu parlamento kurullarında yetiştiler; bu kurullar onları olum lu ve etkin çalışmaya alıştırdı. Bir kurul sözcülüğünden elde edilen deney de görüşmeler üzerine kamuoyu eleşti riciliğinden elde edilen alışanlık da bu okula gerçek bir önder seçimi yapmak olanağını verir; bu arada kaba bir demagogdan başka bir şey olmayan kişi elenir. İngiltere’de durum budur. Ama orada geçerli olan caucus sistemi Amerika’daki partilerin örgütlenişiyle kar şılaştırıldığında siyasal makinenin yumuşatılmış biçimin den başka bir şey değildir: Amerika’da plebisitse! düze nin son derece arı bir biçimine geçildi hemen. Washington’a göre Amerika gentlemen’ın yönettiği bir ülke olma lıydı. O dönemde gentlemen, İngiltere’de olduğu gibi bir toprak akarcısıydı ya da kolej görmüş bir adamdı. Gentlemen’ın başlangıçtaki durumu gerçekten böyleydi. Parti lerin kuruluşu sırasında Temsilciler Meclisi’nin üyeleri, seçkinlerin egemen olduğu dönemdeki İngiltere'yi düşleyerek siyasal önder olmayı kuruyorlardı. Ayrıca parti ör gütleri her türlü disiplinden yoksundu. Bu durum 1824’e kadar sürdü. Ama gene de 1820'lerden önce parti aygıt
MESLEK O LARAK SİYASET
8l
larının birçok belediyede kendini gösterdiği görüldü; böylece bu belediyeler yeni evrimin çıkış noktası durumuna geldiler. Ama eski geleneği gerçekten yıkan şey Batı’daki çiftlik sahiplerinin adayı Başkan Andrew Jakson’ın se çilmesi oldu. 1840’tan sonra Calhoun, Webster gibi bü yük parlementerlerin siyasal yaşamdan çekilmesiyle parla mento önderleri biçimsel olarak parti yöneticiliği yap maktan uzaklaştılar. Çünkü Parlamento, parti aygıtları kar şısında ülkedeki tüm gücünü hemen hemen yitirmişti. Plebisitsel “makine” bu ülkede bu kadar çabuk geliştiyse bu nun nedeni, Amerika’da ve yalnızca Amerika’da hükümet başkanının, aynı zamanda görevlerin dağıtılmasından da sorumlu olan başkanın -b u önemli bir öğedir- plebisitle seçilmiş bir başkan olmasıdır; hükümet başkanı ayrıca “güçler ayrımı”ndan ötürü görevlerini yerine getirmekte Parlamento’dan hemen hemen bütünüyle bağımsızdı. Ger çekte bir başkanlık seçimi sonrasında muzaffer adayın yandaşları kendilerine karşılık olarak gerçek bir arpalık ve görev avantası sunulduğunu görüyorlardı. Andrew Jackson’ın sistemli bir biçimde ilke düzeyine yükselttiği bu spoil sistemi sonuçlarını vermekte gecikmedi. Spoil sistemi,* yani tüm federal görevleri muzaffer adayın yandaşlarına veren sistem, partilerin kuruluşu açı sından ne gibi bir anlam taşımaktadır? Her türlü öğreti temelinden yoksun bulunan ve görev kapmak için kurul muş sabit aygıtlardan başka bir şey olmayan partiler, bir (*) Spoil sistem i: A m erik a’da seçim i kazanan partinin üyelerine m em uriyet dağıtm ası sistem i.
82
M A X W EBER
birlerine karşı çıkarlar ve her seçim kampanyası için, se çim şanslarına bağlı bir program uydururlar. Çünkü bu ülkede programlar eşi başka hiçbir devlette görülmeyen bir oranda değişir, bazı ülkelerde benzer yanları bulunsa da partilerin yapısı bütünüyle seçim savaşına bağlıdır. Uzaktan bakıldığında bu savaş, görevlerin yani devlet başkanlığı görevinin ve çeşitli eyaletlerdeki yöneticilik gö revlerinin elde tutulması açısından en önemli savaştır. Programlar ve adayların adları parlamenterlerin müdahale si olmaksızın, partilerin “ ulusal toplantılar”ında, yani par ti kongrelerinde kararlaştırılır; bu parti kongreleri biçim sel açıdan, çok demokratik bir biçimde en alt kademe kongrelerini ve militan kongrelerini temsil eden genel ku rul delegeleriyle yapılır. Bu alt kademe kongreleri sıra sında toplantılara gidecek delegeler devletin üst yönetim görevine aday olanların adlarına bağlı olarak seçilir. Bu yüzden parti içindeki en acımasız kavgalar atanmalar sı rasında kendini gösterir; çünkü başkan 300 bin ya da 400 bin görevlinin efendisidir. Çeşitli eyaletlerin senatörleriy le görüştükten sonra bu görevleri kendisi dağıtacaktır. Bu na göre senatörler güçlü siyaset adamlarıdır. Oysa, Tem silciler Meclisi siyasi açıdan göreli olarak daha güçsüz dür; çünkü görevlerin yönetimi denetiminin bütünüyle dı şındadır ve Başkan’ın yardımcılarından başka bir şey ol mayan bakanlar da -Başkan herkese karşı, bu arada Parlamento’ya karşı doğrudan doğruya halk tarafından seçil diğine gö re- temsilcilerin güvenine ya da güvensizliğine bağımlı olmaksızın görevlerini yapabilirler: Bu durum “güçler ayrımı” ilkesinin bir sonucudur. Güçler ayrımından destek alan spoil sistemi teknik
MESLEK O LARAK SİYASET
83
açıdan ancak A merika’da olanaklıydı; çünkü toplumsallaş masının yeni oluşu tam anlamıyla heveslilerden meydana gelen bir yönetime katlanabilirdi. Sonunda bir partide 300 bin ya da 400 bin militanın partileri için her alanda iyi ve özverili hizmetlerde bulunduklarını öne sürmeleriyle uzun vadede büyük güçlükler ve eşi görülmedik bir ah lak bozukluğu ve savurganlık ortaya çıktı; bunu ancak sı nırsız iktisadi olanakları olan bir ülke kaldırabilirdi. Bu plebisit makinesi sistemine yaslanarak ortaya çı kan siyaset adamı tipi, patron tipidir. Patron dediğimiz kişi kimdir? Bu tip kendi yararını kollayarak ve başına gelecek zararı ziyanı göz önünde tutarak oy toplamaya kalkan sermayeci bir siyaset girişimcisidir. Patron başlan gıçta avukat, bar sahibi ya da buna benzer bir işletme sahibidir ya da kredi sahibi bir kişidir, yani kendisine ilk adımları atma olanaklarını sağlayan ve belli sayıda oyu denetleyinceye kadar çevreye yayılmasını kolaylaştıran bir mesleği vardır. Bu sonucu elde edince komşu patronla ilişki kurar, çabasıyla, becerikliliğiyle ve hepsinden önem lisi ölçülülüğüyle eski siyasetçilerin dikkatini çeker ve böylece çeşitli basamakları tırmanmasını sağlayabilecek yol kendisine açılmış olur. Böylece patron partinin vaz geçilmez bir parçası durumuna gelir; çünkü her şey onun ellerinde toplanmıştır. Parasal kaynakların çok büyük bir bölümünü o sağlar. Ama patron bu kaynakları elde et mek için ne gibi bir yol izlemektedir? O bu kaynakları bir ölçüde aidatlarla sağlar, öncelikle de kendisinin ve partisinin yardımıyla bir yer bulmuş olan memurların ay lığından kestiği harçlarla sağlar. Bu arada rüşvetleri ve
84
M A X W EBER
bahşişleri de unutmamalı. Sayısız eyalet yasalarından bi rini başını derde sokmaksızın çiğnemeyi kuran kişiler, her şeyden önce patronların suç ortaklığını elde etmek ve çok daha büyük tersliklerle karşılaşmamak için onlara bir mik tar para ödemek zorundadır. Ama bütün bu kaynak çeşitliliği partinin siyasal girişimi için gerekli sermayeyi denkleştirmekten çok uzaktır. Patron, para kaynaklarını korumak konusunda vazgeçilmez adamdır; sermaye çevre lerinin büyük iş adamları bu kaynakları onun yönetimine bırakır. Bu kişiler seçimde kullanılmak üzere ayrılmış bir parayı ne partinin güvenilir bir memuruna ne de genel olarak parti bütçesinden resmen sorumlu olan bir kişiye teslim eder ama patron para konusundaki sakınıklığından ve ölçülülüğünden ötürü elbette seçimlere para sağlayan sermayeci çevrelerin adamıdır. Patron tipi genellikle ne istediğini bilen adam tipidir. Bu tipin onurlu yaşamak di ye bir kaygısı yoktur; meslekten siyasetçi (böyle niteler ler onu) “seçkin topluluk”un aşağıladığı biridir kuşkusuz. İstediği tek şey güçlü olmaktır, parasıyla güçlü ya da kendisiyle güçlü. İngiliz liderinin tersine dumanlı havayı gözler. Kalabalık önünde konuştuğu görülmemiştir; söy lenmesi gerekeni insanlara duyurur ama ağzım açmaz. Se natörlük dışında genellikle resmi görev kabul etmez. Ger çekte senatörler işin yapısı gereği görevlerin yönetiminde söz sahibi olduklarından yönetici patronlar çok zaman bu mecliste görev alırlar. Özellikle görev dağıtımı partiye ya pılan hizmetlere göre gerçekleşir. Ama görevin bir rnik:ar para karşılığında verildiği de olur, hatta şu ya da bu görevi elde etmek için belirli tarifeler vardır. Kısacası bir satılık görevler sistemi söz konusudur; XVII. ve XVIII.
M ESLEK O LARAK SİYASET
85
yüzyıl mutlakyönetimleri, ayrıca Kilise Devletleri bu sis temi sık sık uygulamışlardı. Patron’un belli bir siyaset “öğreti”si yoktur; o ilke nedir bilmez. Bir tek şey onun gözünde önemlidir: Ola bildiğince çok oy toplamak için ne yapmak gerektiği. Patronun uzun boylu öğrenim görmemiş biri olması da sık sık rastlanan bir durumdur. Ama genel olarak dürüst ve kusursuz bir yaşam sürdürür. Patronun yürürlükte bulunan törelere uyması elbette yalnızca siyaset ahlakı konusunda kendini gösterir; bu ko nuda bizim sermayecilerimizden ayrı bir yanı yoktur onun; yaşadığımız bu kapkaççılar döneminde sermayeci lerimiz iktisat ahlakı konusunda da buna benzer bir tu tum içindeler. Patron başkalarının kendisini profesyonel olarak görmesine, meslekten siyasetçi olarak görmesine aldırmaz, en büyük devlet görevlerine yükselmediği ya da yükselmek istemediği zaman, alçakgönüllüğü ona birtakım üstünlükler sağlar: Gerçekte partiye yabancı kafaların, ki şiliklerin aday olarak gösterilmesinde, patron bu insanla rın partinin seçim şanslarını yükseltebileceğini düşünüyor sa yadırganacak bir şey olamaz. Durum ülkemizdekinden çok daha değişiktir, bizde her zaman partinin yaşlı ileri gelenleri aday gösterilir. Bu nedenle, öğretisel temelden yoksun ama toplumun aşağı ladığı iktidar sahipleri tarafından kışkırtılmış bu tür par tilerin yapısı devlet başkanlığına değerli kişilerin gelme sini sağladı; böylesi kişiler bizim ülkemizde hiçbir zaman “ kendilerini gösteremez”lerdi. Patronlar seçim sırasında gelir ve güç kaynaklarını tehdit edebilecek yabancılara
86
M A X W EBER
karşı elbette tutum alırlar. Ama seçmenlerin yakınlığını kazanmak konusunda ortaya çıkan rekabetten ötürü de ba zen görevlerinden çekilmek ve ahlaksızlığa karşı durur gözüken adayları kabul etmek zorunda kalırlar. Demek ki, bu durumda güçlü bir sermayeci yapıya sahip siyasal bir girişimle karşı karşıyayız; bu girişim ka tı bir biçimde tepeden tırnağa örgütlenmiştir ve son de rece güçlü kulüplerce, örneğin Tammany Hail gibi kulüplerce desteklenmektedir. Bir tarikat gibi örgütlenmiş bu na benzer kulüpler, siyasal yönetimden özellikle de bele diye yönetiminden -A m e rik a ’da belediyeler ganimetin en büyük bölümünü oluşturmaktadır- çıkar sağlamayı düşü nürler yalnızca. Partilerin bu biçimde örgütlenmeleri Bir leşik Devletler demokratik bir ülke olduğu için olanak lıydı. Ama bu ayrıcalıklı yapı bu sistemin yavaş yavaş ölüme mahkûm olmasına yol açtı. Amerika artık yalnız ca hevesliler tarafından yönetilemezdi. On beş yıl önce Amerikalı işçilere aşağı gördükle ri insanlar tarafından yönetilmeyi niçin bile bile kabul et tikleri sorulduğu zaman şu yanıtı veriyorlardı: “ Yüzümü ze tüküren bu memurlar loncası tarafından yönetilmektense yüzlerine tükürebileceğimiz memurlar tarafından yöne tilmeyi yeğliyoruz.” Amerikan “demokrasi”sinin eski bakış açısı bu söz lerde gizlidir ama o dönemde bile ülkenin toplumcu çev releri daha değişik düşünüyordu. Bugün bu durum katla nılır olmaktan çıkmıştır. Heveslilerin yönetimi ülkenin ye ni koşullarına artık ayak uyduramıyor ve Civil Service Re
MESLEK O LARAK SİYASET
87
form* daha şimdiden, giderek artan bir oranda, emekli ay lığını da kapsayan meslekten memurluk görevleri yaratı yor. Böylece, üniversitede yetişmiş ve bizim memurlarımız kadar namuslu memurlar görevleri üstlenebilecekler. Daha şimdiden 100 bin görev, seçim yarışının ganimeti olmak tan çıkmıştır ama bunlara birtakım niteliklere sahip olma ları koşuluyla emeklilik hakkı tanınmaktadır. Bu yeni for mül yavaş yavaş spoil sistemini geriletecektir. Sonunda parti yönetimlerinin yapısı da değişikliğe uğrayacaktır, bu değişikliğin yönünü şimdiden kestiremeyiz. Alm anya’da bugüne kadar siyasal girişimin belirle yici koşulları şunlardı: En önce Parlamento’nun güçsüz lüğü koşulu geliyordu. Buna göre önder kişiliğine sahip biri hiçbir biçimde uzun bir süre için Parlamento’ya gi remez. Böyle bir insanın Parlamento’ya girmek istediği ni varsayalım, orada ne yapabilir? Hükümete bağlı büro larda kadro açılınca atamalardan sorumlu yönetim müdü rüne: “ Seçim bölgemde işinize yarayacak çok yetenekli bir adamım var onu işe alırız...” diyebilir. Ve işler ço ğu zaman böyle yürür. Gerçekte bir Alman parlamente rinin iktidar hırsım doyurmak için yapabileceği tek şey hemen hemen budur -bö yle bir hırsı varsa elbette. Bu duruma birinci koşulu belirleyen ikinci bir ko şul eklenir, o da meslekten memurluğa Alm anya’da çok önem verilmesidir. Kuşkusuz bu alanda dünyanın önde (*) C ivil S crvicc R eform : K am u görevlerinin idaresinde iş prensip ve m etodlarınm
yerine
politik
yöntem lerin
kullanılm ası.
K am u
görevlisi
atarken
spoil sistem i yerine kişinin yeteneğini tem el alan b ir sistem in kullanılm ası.
88
MAXW EBER
gelen toplumuyuz. Ama bu durum memurların yalnızca memurluk görevlerini değil, aynı zamanda bakanlık gö revlerini de elde etmeye kalkışmaları sonucunu doğurdu. Geçen yıl Bavyeralıların perhiz gününde, parlamenterciliğin kabul edilmesine ilişkin tartışma sırasında, bakanlık larla ilgili görevler parlamenterlere verilirse iş başındaki memurların görevden çekileceklerini duymadık mı? Ayrı ca ülkemizde İngiltere’dekinin tersine kamu hizmeti yö netimi sistemli bir biçimde parlamento kurullarının dene timinde tutulmaktaydı. Bu yüzden Parlamento - a z görü lür birkaç durum dışında- bir yönetim mekanizmasını gerçek bir biçimde yönetmeye yetenekli siyasal önderle ri kendi içinde yetiştirmek olanaksızlığıyla karşı karşıya bırakılıyordu. Amerika’da olup bitenlerden bütünüyle ayrı olan üçüncü bir etken de Almanya’da siyasal öğretiye sahip partilerin bulunmasıdır; öyle ki, bu partiler en azından kendi açılarından üyelerinin belli bir “dünya görüşü”nün temsilcileri olduklarını savunabilirler. Ama bu türün en önemli iki partisi, bir yandan Merkez Partisi öte yandan Sosyal Demokrat Parti şimdilik ve ne yazık ki, azınlık partileri olarak ortaya çıktılar ve böyle olmasını istiyor lar. Gerçekte Merkez Partisi’nin yönetici çevreleri Alman İmparatorluğu'nda parlamenterciliğe karşı olduklarını hiç bir zaman gizlemediler; çünkü budala yerine konulmak tan korkuyorlardı ve içlerinden birini bir kamu yönetimi ne atamak istediklerinde hükümete baskı yapmak açısın dan bugüne göre daha çok güçlük çekeceklerdi. Sosyal Demokrat Parti ilke olarak bir azınlık partisidir ve böy-
MESLEK O LARAK SİYASET 8 9
lece parlamenterleşmeye karşı bir engel meydana getirdi; çünkü burjuva diye kınadığı kurulu düzenle ilişki kurup lekelenmek istemiyordu. Bu iki partinin kendisini parla menter sistemin dışında tutması olgusu parlamenter siste min Almanya’ya girişini engelleyen başlıca nedendir. Bu koşullarda A lmanya’da meslekten siyaset adam larının yazgısı nedir? Bunların bugüne kadar ne gücü ne sorumluluğu oldu. Bu durumda bunlar ileri gelenler ara sında ikincil bir öneme sahiptiler. Başka ülkelerde çok belirgin bir şey olan gelecek kaygısı bunlarda yeni yeni canlanıyor. İleri gelen kişiler küçük avantajlarını yaşam larının amacı durumuna getirdikleri için onlara benzeme yen birinin yükselmesi olanaksızdı. Her partide -elbette Sosyal Demokrat Parti’de d e - siyasetle ilgili birçok mes lek sayabilirim; bu meslekler trajediden başka bir şey de ğildir; çünkü bu bireyler önder niteliklere sahip insanlar olduklarından, ileri gelenler bunlara hiçbir zaman iyi göz le bakmamışlardır. Böylece tüm partilerimiz ileri gelenler topluluğuna ayak uyduruyordu. Örneğin Bebel zekasının kıtlığına rağmen yaradılışıyla ve kişiliğiyle gene de bir önderdi. Bebel’in kahraman olması, kitlelerin güvenini hiçbir zaman kötüye kullanmaması (elbette kitlelerin gö zünde) onu hiç çekinmeden izlemeleri sonucunu doğurdu. Partisinde onu başarısızlığa uğratacak ciddi bir muhalefet hiçbir zaman çıkmadı. Ama bu durum onun ölümüyle bir likte sona erdi ve memurların saltanatı başladı. Sendika lı memurların, parti sekreterlerinin, gazetecilerin ortaya çıktığı görüldü: Böylece parti bürokratik isteklerin boyun duruğu altına girdi. Bunlar kuşkusuz çok namuslu memur
9 0
M A X W EBER
lardı, hatta başka ülkelerin memurlarıyla, özellikle de Amerika’nın çoğu kez bozulmaya yatkın olan sendikalı memurlarıyla karşılaştırıldıklarında son derece namuslu durlar. Memurların ayrıştırmış olduğumuz egemenliğinin sonuçları bu partide bugün de ortaya çıkmaktadır. Aşağı yukarı 1880’den bu yana burjuva partileri, ileri gelenler topluluğundan başka bir şey olamadı. Bazen propaganda amacıyla partiye yabancı kişilere de başvur mak zorunda kaldılar, bu onlara “bu bizim adamımız, öbürü bizim adamımız” demek olanağını veriyordu. Ama bu adların seçimlerde kendilerini göstermelerini engelle mek için düşünülebilecek tüm önlemler alınıyordu. Parlamento’da da aynı anlayış geçerliydi. Parlamento topluluk larımız lonca görünümündeydiler ve böylece kaldılar. Reichstag’ın genel oturumlarında yapılan tüm konuşmalar büyük ölçüde partilerin sansürüne uğruyordu. Bu durum partilerin neden olduğu kaçınılmaz hoşnutsuzlukta kendi ni gösteriyor. Önceden belirlenmiş milletvekili dışında kimsenin söz almaya hakkı yoktur. İngiliz parlamento ge leneklerine bundan daha ters düşen bir durum düşünülümez -b u durum buna tam karşıt nedenlerden ötürü Fran sız geleneklerine de ters düşmektedir. Alay etmek için devrim diye adlandırdıkları şiddeti sarsıntıdan sonra şimdilerde bir değişiklik ortaya çıktı ;anki. Sanki diyorum ama bu da hiç belli değil. Bugün incelikle yeni partilerin kurulmasıyla övünülüyor. Ama bu •eni kuruluşlar şimdilik meraklı topluluklardan başka bir ey değiller. Bunları özellikle bu amaçla kavga veren büük okulların öğrencileri oluşturuyor. Bu öğrenciler önder
MESLEK O LA R A K SİYASET
niteliklerine sahip olduğuna inandıkları ve “biz kotaralım, size uygulaması kalır” diyebilecekleri bir adam bulmaya çalışıyorlardı. Bununla birlikte ticari nitelikte olan siyasal aygıtlar da ortaya çıktı. Gün oldu, kendiliğinden bazı ki şiler ortaya çıktı; yeni kuruluşlar bu kişilerde önder ni telikleri bulduklarına inanıyorlardı. Bu önderlerin her ye ni seçim için belli bir tutar para karşılığı yandaş topla yabilecek yetenekte olduklarına inanıyorlardı. Bu durum da bu iki yoldan hangisinin siyaset tekniği açısından da ha güvenli gözüktüğünü içtenlikle söylememi isteseydiniz, sanıyorum İkincisini yeğlerdim. Ama her iki durumda da yükselmesiyle patlaması bir olacak sabun köpükleriyle karşı karşıyayız. Bu kuruluşlar yeniden eskisi gibi çalış maya başlayan el altındaki aygıtları kullanmakla yetindi ler. Gerçekte parmak bastığımız iki olgu, önderler bulun ması koşuluyla yeni aygıtlar ortaya çıkabileceğini göste ren belirtilerden başka bir şey değildir. Bununla birlikte orantılı temsil sisteminin teknik özellikleri bu yeni kuru luşların gelişmesini engelleyecektir. Bugüne kadar ortaya çıktığını gördüğümüz tek şey bir avuç diktatör oldu; bun lar halkı kışkırttılar ve çok kısa sürede ortadan çekiliverdiler. Gene de yalnızca bu diktatörlerin yandaşlan ger çekten örgütlenmiş durumdaydı ve sıkı bir disipline uyu yordu: Bugün için gelişmeleri duraklamış olan bu azın lıkların gücü buradan gelmektedir. Durumun değiştirilebileceğini varsayalım. Buna göre şimdiye kadar söylediklerimizi toparlarsak şu önemli ol guyu göz önünde tutmak gerekir: Partiler plebisitçi ön derler tarafından yönetilir ve kışkırtılırsa bundan bir “ruh
9 2
M A X W EBER
suzlaşma” doğar ya da daha açık söylersek partinin yan daşlarında manevi bir proleterleşme ortaya çıkar. Böylesi bir aygıtta örgütlenen yandaşlar ancak körü körüne boyun eğerlerse, yani Amerika’da olduğu gibi, ne ileri gelenle rin işe yaramazlığına ne özgün kişilik savına dokunan bir makinenin yönetiminde birleşirlerse önderlere yararlı ola bilirler. Lincoln, partisi böyle bir örgütlenmeyi benimse dikten sonra seçildi; daha önce gördüğümüz gibi aynı ol gu Gladstone’un yararına caucus sisteminde ortaya çıktı. Bir partinin başına gerçek önderler geçmesi için ödeme miz gereken karşılık işte budur. Tek bir seçeneğimiz var: Bir demokrasi ya başında bir önder bulunmasını kabul eder ve dolayısıyla bir “ makine”nin varlığına katlanır ya da önder kabul etmez ve böylece çekiciliği olmayan “ meslekten siyasetçiler”in boyunduruğu altına girer; bu ki şiler önderleri belirleyen büyük iyilikçi özelliklerden yok sundurlar. Bu durumda parti içindeki muhalefetin “ fesat çılar” egemenliği diye adlandırdıkları şeyle karşı karşıya kalırız. Biz Alman partilerinin yapısında şimdilik siyaset ti egemenliğinden başka bir şey görmüyoruz. Bu duru mun sürüp gitmesi, hiç değilse federal devlette sürüp gitnesi önce federal kurulun canlandırılmasıyla kolaylaşa:aktır. Bunun zorunlu sonucu olarak Meclis'in gücü sııırlandırılacak ve aynı zamanda önderlerin ortaya çıkma lı olanaksız duruma gelecektir. Bu durum orantılı temsil ¡isteminin şimdiki biçimiyle çok daha elverişli bir ortam nılacaktır. Gerçekte bu sistem öndersiz bir demokrasinin >elirgin örneğidir; yalnızca listelerin oluşturulmasında ilei gelenler yararına oyunları kolaylaştırdığı için değil, ayu zamanda böylece büyük çıkar topluluklarına, siyasal
MESLEK O LARAK SİYASET
Ç3
oluşumları kendi memurlarından bazılarını listelere koy maya zorlamak olanağını verdiği için; öyle ki, sonunda siyaset dışı bir Parlamento’yla karşı karşıya kalınır, bu rada gerçek önderlere artık yer yoktur. Önderlerin eksik liği karşısında ancak Meclis Başkanı bir güvenlik subabı olabilir, o da Parlamento'da değil, plebisitle seçilmiş ol mak koşuluyla. Önderler ortaya çıkarmak ve bunlar ara sında bir seçim yapmak ancak onları önce bir belediye yönetiminde deneyerek onlara yeteneklerini gösterme ola nağı tanımakla, çevrelerindeki insanları seçme hakkını on lara bırakmakla olanaklı olur. Amerika’da olduğu gibi ah laksızlığa karşı saldırıya geçmeye kararlı, plebisitle gel miş bir belediye başkanının sahneye çıkması buna bir ör nektir. Partiler bu tür seçimlere bağlı olarak örgütlenselerdi beklenebilecek sonuç bu olurdu. Ama önderlere du yulan küçükburjuva düşmanlığa tüm partileri, bu arada Sosyal Demokrat Parti de özellikle içinde olmak üzere, kışkırtan bu düşmanlık tüm partilerin gelecekteki örgüt lenmelerinin yapısını, aynı zamanda belirtmiş olduğumuz olasılıkları belirsiz kılmaktadır. Bu nedenle “eğitim” olarak yaygın siyasal etkinli ğin görünüşte nasıl bir yol tutturacağını bugünden kestir mek bütünüyle olanaksızdır; o kadar ki, siyasete yatkın kişilere doyurucu bir siyasal görev verme olanağını nasıl bulabileceğimizi bilemiyoruz. Dünyalığını sağlamak üzere siyaset yaşamına girmeye zorlanan kişi şu seçenekten kur tulamaz: Ya gazetecilik ve parti bürokrasisi yolunu be nimseyecektir ya da bazı çıkarları savunmakla yükümlü bir kurumda, örneğin sendikalar, ticaret odaları, meslek
94
M A X W EBER
odaları, çalışma örgütleri, iş bulma kurumlan, vb. yerler de görev bulmaya çalışacaktır ya da belediyenin birinde uygun bir görev arayacaktır. Siyaset mesleğinin bu dış görünümü konusunda başkaca bir şey söylenemez, bir si yasal parti memurunun gazeteciyle aynı kesimi paylaşma sı dışında. Örtülü bir biçimde de olsa her zaman “öde nekli yazman” ya da “ödenekli konuşmacı” olarak görül düklerini anlayacaklardır. Bu sövgüleri kendine yedireme yen ve kendi kendine gerekli yanıtı veremeyen kişi bu tür mesleklere bulaşmasa çok daha iyi eder; bazı yorucu eğilimleri saymazsak bu meslekler insana sürekli düş kı rıklıklarından başka bir şey getirmezler. Bu durumda siyaset mesleğinin, onu benimseyen ki şiye verebileceği büyük sevinçler neler olabilir ve bunun için hangi öncesel koşulları varsaymak gerekir? Siyaset mesleği elbette en önce güçlülük duygusu verir. Başka insanlarda etki uyandırmanın bilinci, iktidarı paylaşmak duygusu ve özellikle de oluşmakta olan tari hin önemli bir gücünü ellerinde tutanlar arasında bulun manın bilinci meslekten siyaset adamını, hatta ikincil bir yerde bulunan kişiyi gündelik yaşamın bayağılığından kurtarabilir. Ama bu noktada da şu soru çıkar ortaya: Meslekten siyaset adamının kendini, kullandığı iktidarın soyutuna (bu boyut ne kadar küçük olursa olsun), dola m ıyla bu iktidarın kendisine yüklediği sorumluluğun bo yutuna uygun görmesini sağlayan nedenler nelerdir? Bu oru bizi ahlak sorunlarının alanına götürür. Gerçekte, »armaklannı tarih tekerine çomak olarak sokmaya hak kaanmak için nasıl bir insan olmak gerekir sorusu bu tür
MESLEK O LARAK SİYASET Ç 5
fikirlerle ilgilidir. Siyaset adamına biçim veren üç belirleyici nitelik bulunduğunu söyleyebiliriz: Tutku, sorumluluk duygusu ve göz keskinliği. Tutkuyu “gerçekleştirilecek şey” anlamında kullanıyorum, yani efendisi saydığı bir “amaç”a, bir tan rıya ya da şeytana tutkulu bir istekle bağlanmak anla mında kullanıyorum. Bu durumun müteveffa dostum Georges Simmel’in “kısır uyarı” dediği, bütünüyle ruhsal olan tutumla ilişkisi yoktur; söz konusu tutum Rus yan lısı birtakım aydınlara özgü bir tutumdur (bütün aydınla ra özgü değil elbette); bu tutum bugün aydın çevrelerine korku vermektedir, “devrim” gibi gösterişli bir adla süs lenmiş bu şenlik büyülemiştir onları. Bütün bunlar “dü şünsel açıdan ilginç” olanın duyguculuğudur ancak, onda sorumluluğun nesnel duygusu eksiktir. Boşa işleyen bir duygudan başka bir şey değildir bu. Gerçekte, ne kadar içten olursa olsun tutku, tek başına yetmez. Bir amacın sorumluluğunu, etkinliğimizi belirleyici bir biçimde yön lendiren bir uç nokta gibi ele almadığımız zaman, bir tut ku bir amacın hizmetine girerse bir insanı bir siyaset ön deri durumuna getirecek güce sahip olamaz. Bir de siya set adamının belirgin ruhsal niteliği olan göz keskinliği gereklidir. Yani siyaset adamı derin düşünme ve ruh din ginliği içinde olgulann kendisini etkilemelerini sağlamak yeteneğine sahip olmalı ve dolayısıyla, şeylerle ve insan larla arasında uzaklık bulundurmalıdır. “ Uzaktan görebil me eksikliği” siyaset adamının öldürücü günahlarından bi ridir. Genç aydın kuşağımızın kafasına kaçınılmaz bir şey olan uzak görüşlülüğü küçümsemeyle karşılamak düşün
96
M A X W EBER
cesi sokulsaydı, bu kuşak siyasal güçsüzlüğe mahkûm edilmiş olurdu. Bu durumda şu sorun ortaya çıkmakta dır: Bireyde hem ateşli tutkuyu hem soğukkanlı bakışı nasıl bir arada tutmalı? Siyaset kafayla yapılır, bedenin başka bölümleriyle ya da ruhla değil. Bununla birlikte siyasal bir amaca bağlılık önemsiz bir düşünsel oyundan öte bir şeyse, içtenlikle sürdürülen bir etkinlikse, bunun tutkudan başka kaynağı olamaz ve o bu tutkudan bes lenmek zorundadır. Ama ruhunu etkin bir biçimde eğit mek gücü, tutkulu siyaset adamım belirleyen ve onu yal nızca kısır uyarıyla şişirilmiş basit siyaset heveslisinden ayıran bu güç, ancak uzak görüşlülük -sözcüğün tüm an lamıyla uzak görüşlülük- alışkanlığı sağlanması koşuluy la anlam taşıyabilir. Siyasal kişiliğin “gücü” dediğimiz zaman bundan en önce o kişinin bu niteliğe sahip oldu ğu anlamım çıkarırız. Siyaset adamının her gün her saat yenmek zorunda olduğu çok kaba, çok insani bir düşman da son derece alışılmış bir şey olan kendini beğenmişliktir. Her türlü amaca bağlılığın ve her türlü uzak görüşlülüğün ve sö zünü ettiğimiz durumda kendi kendine uzaktan bakabil menin öldürücü düşmanıdır bu duygu. Kendini beğenmişlik ortak bir duygudur ve kimse bundan bütünüyle kurtulamaz. Hatta bilimsel çevrelerde ve üniversite çevrelerinde bu duygu bir tür meslek has talığı olmuştur. Ama bu duygu bilgin kişide kendini gös terdiği zaman, ne kadar sevimsiz olursa olsun ancak bir ölçüde saldırgandır: öyle ki, genel olarak bilimsel etkin liği bozmaz. Oysa siyaset adamı için durum bütünüyle
MESLEK O LARAK SİYASET Ç 7
değişiktir. İktidar isteği onun için kaçınılmaz bir araçtır. Sık sık söylendiği gibi, “güçlülük içgüdüsü” gerçekte si yaset adamının olağan niteliklerinden biridir. Siyaset ada mının kendi eğiliminin İsa’sına karşı işlediği günah da amaçsız bir güçlülük isteğidir; bu duygu ancak bir “am aç”ın hizmetine girecek yerde kişisel sarhoşluğa yol açmaktadır. Gerçekte siyasette önünde sonunda yalnızca iki öldürücü günah vardır: Hiçbir amacı savunmamak ve sorumluluk duygusu taşımamak - b u iki şey, her zaman olmasa da çoğu kez özdeştir. Kendini beğenmişlik ya da başka bir deyişle, olabildiğince görünür bir biçimde ken dini kişisel olarak öne çıkarmak gereksinmesi genellikle siyaset adamını bu iki günahtan birini ya da her ikisini işlemeye kışkırtır. Demagog “uyandırdığı etki”yi göz önüne almak zorunda olduğu ölçüde ya da başkalarında uyandırabileceği şeylere kendini çok kaptırıp eylemlerin den doğan sonuçların sorumluluğunu çok hafife aldığı öl çüde şarlatan rolü oynamak tehlikesiyle karşı karşıya ka lır. Bir yandan bir amaca hizmet etmek istememek onu gerçek iktidar yerine iktidarın görüntüsüne ve parlaklığı nı aramaya götürür, öte yandan da sorumluluk duygu sundan yoksunluk onu hiçbir olumlu amaca yönelmeksizin gücü yalnızca kendi yaran için kullanmaya götürür. Gerçekte güç siyasetin vazgeçilmez aracı ve dolayısıyla güçlülük isteği de onun devindirici güçlerinden biri ol makla birlikte ya da daha çok böyle olduğu için sonra dan görme biri gibi, ya da gücüyle kibirlenen Narkissos gibi, kısacası buna benzer iktidar hayranları gibi iktidar la oynayan yalancı pehlivandan daha yıkıcı bir siyaset karikatürü düşünülemez. İktidarda bulunan sıradan siya
9 8
M A X W EBER
setçi bile kuşkusuz büyük etki uyandırabilir -b izd e böy le birine coşkunluk dolu bir hayranlık duyulm aktadırama bütün bunlar boşlukta ve saçmalıkta yitip giderler. “Güce dayalı siyaset”i eleştirenler bu noktada bütünüyle haklılar. Bu tutumun bazı belirgin temsilcilerinde görü len ani ahlak çöküntüsü bize kibir dolu ama tam anla mıyla boş bazı davranışların arkasına gizlenmiş zayıflık ve güçsüzlük tanıklığını görme olanağı sağladı. Bu tür bir siyaset ancak bıkkın, son derece yüzeysel ve zaval lı, insan etkinliğinin her türlü anlamına kapalı bir kafa nın ürünüdür; hiçbir şey her eylemde, özellikle de siya si eylemde bulduğumuz trajiğin bilincine bu anlayış ka dar uzak değildir. Yadsıyamayacağımız bir şey var, hatta bu tarihin te mel bir olgusudur ama bugün bu olguyu göz önünde tu tamayız, siyasal etkinliğin en son sonucu ender olarak si yaset oyuncusunun ilk eğilimini karşılar. Hatta genel ku ral olarak hiç karşılamadığı ve çoğu kez nihai sonuçla başlangıçtaki eğilimin çelişkili olduğu söylenebilir. Ama bu belirleme bir amaca hizmet etmekten çekinmeye ba hane olamaz. Çünkü eylem bu durumda her türlü iç sağ lamlığım yitirir. Siyaset adamına iktidarı aratan ve kul landıran amacın doğasına gelince bu konuda bir şey söy leyemeyiz; Bu herkesin kendi kişisel kanılarına bağlıdır. Siyaset adamı ulusal ya da insani amaçlara, toplumsal, ahlaki ya da kültürel, dindışı ya da dinsel amaçlara hiz met edebilir. Siyaset adamı “ilerleme” konusunda - b u te rimin değişik anlamlarında elbette- sağlam bir inançtan destek alabileceği gibi, bu inancı bütünüyle yadsıyabilir,
MESLEK O LARAK SİYASET
99
yalnızca gündelik yaşamla ilgili maddi amaçlardan yarar lanmak isteyebilir. Bununla birlikte bütün bu durumlarda bir inanç ya da bir iman zorunludur, yoksa görünüşte çok sağlam olan siyasal başarı şansızlıklar içinde insanı ya rarsızlığa kadar iter. Buraya kadar söylediklerimiz gerçekte bizi bu ak şam ele alacağımız son soruna, savunulması gereken “ amaç” olarak siyaset (ethos) sorununa getiriyor. Siyaset, kendisine özgü amaçlardan bağımsız olarak, yaşamın sür dürülmesiyle ilgili genel etkinlik içinde ne gibi bir görev üstlenebilir? Yani dayandığı ahlaksal temel nedir? Bu alanda birbirine çok ters düşen dünya görüşleri çarpış maktadır ve bunlardan birini seçmek gerekir. Şimdi, ya kın zamanda ortaya atılmış ama kötü yanından ele alın mış olan bu soruna yönelelim. Her şeyden önce bayağı düzmecelikten kurtulalım. Ahlak bazen son derece can sıkıcı bir rol oynayabilir. Buna birtakım örnekler verebiliriz. Başka bir kadın için karısını bırakan bir adamın kendini vicdanında doğrula ması, bunun için de karısının onun aşkına değer olm a dığını, onu aldattığını ya da akla gelebilecek buna ben zer nedenleri öne sürmesi sık sık görülen bir durumdur. Burada adam adına bir incelik eksikliği söz konusudur; adam artık karısını sevmediğini açıkça belirtmekle yetin meyip -o y sa bu durumda kurban olan kişi kadındır- son derece inceliksiz olan tutumunu “ haklı göstermek” için bir bahane uydurmaya kalkışmaktadır: Böylece bütün ku surları önünde sonunda karısına yüklemek hakkını elde etmiş olur, kendisini ezen bir sadakatsizlikten söz ede
100
M A X W EBER
rek. Bu cinsel rekabetten kazançlı çıkan koca söylediği şeylerin gerçek olmasını ister: Kendisi paçayı sıyırdığına göre, zavallı rakibinin yakışıksız bir durumda olması uy gun olur. Bu kişinin, savaş alanında zafer kazanınca, her zaman haklı çıkan birinin aşağılık tutumuyla “ Kazandım çünkü haklıydım!” diye bağıran galipten ayrı bir yanı yoktur. Savaştaki acımasızlıklar karşısında ahlak çökün tüsüne uğrayan ve “ Bu kadarı yeter artık dayanamayaca ğım!” diyeceğine kendini vicdanında doğrulmak için sa vaş karşısındaki bu bezginlik duygusunun yerine bambaş ka bir duygjjyu koyan ve “ Bütün bunlara daha çok da yanamazdım, çünkü beni ahlak açısından yanlış bir amaç uğruna savaş vermeye zorluyorlardı.” gibi bir bahane öne süren adamın durumu da budur. Yenilen için de aynı şeyleri söyleyebiliriz, onun ihtiyar kadınların tutumunu alıp işi kitabına uyduracak ve bozgundan sonra “suçlu” arayacak yerde, -çü n k ü çatışmaları yaratan her zaman toplumsal yapıdır- genç ve yakışır bir tutum alarak düş mana şöyle demesi gerekirdi: “Biz savaşı yitirdik, sizse kazandınız. Geçmişi unutalım ve gelin, söz konusu mad di çıkarları göz önünde tutarak ve öncelikle kazançlı çı kan kişiyi ilgilendiren gelecek karşısındaki sorumluluğu göz önünde tutarak bu durumdan çıkarılması gereken so nuçları tartışalım.” Bunun dışında her türlü tutum bir erdem eksikliği ni gösterir yalnızca ve böyle bir davranışın karşılığı önün de sonunda ödenecektir. Bir ulus kendisine verilen mad di zararları her zaman bağışlayabilir ama onuruna yöne lik bir saldırıyı bağışlamaz, hele ne pahasına olursa ol
MESLEK O LA R A K SİYASET
101
sun haklı çıkmak isteyen bir vaiz tutumuyla karşı karşı ya kalmışsa; kamuoyunun bilgisine aradan yıllar geçtik ten sonra sunulan her yeni belge olsa olsa hoşnutsuzluk homurtularına, öfkeye ve kine yol açar, oysa bunun ye rine savaşı bittiği yere gömmek çok daha yerinde bir davranıştır, hiç olmazsa ahlak açısından yerinde bir dav ranıştır. Ama böylesi bir tutum ancak gerçeklik duygusu nu, şövalyece bir duyguya ve en önemlisi onurluluk duy gusuna ulaşmışsak olanaklıdır. Buna göre böyle bir tutum gerçekte her iki yan adına da bir onur eksikliği anlamı taşıyan bir “ahlak anlayışı” ortaya koymayı kabul etme yecektir. Bu tür bir ahlak anlayışı siyaset adamının uğ raşı içine giren konularla, örneğin gelecekle ve gelecek te üstlenilmesi gereken sorumlulukla ilgilenmek yerine geçmişteki suçlarla uğraşır, bu da çözülmesi olanaksız ol duğu için siyaset açısından kısır bir sorundur. Siyasal ci nayet diye bir şey varsa, böylesi bir davranış biçimi de siyasal bir cinayettir. Ayrıca böylesi bir tutumun ikinci bir sakıncası da sorunun hangi aşamada maddi çıkarlarca kaçınılmaz bir biçimde saptırıldığını bizden gizlemesidir -yani zafer kazananın zaferinden sağlayacağı olanaklı en büyük çıkarları d a - ve yenik düşenin birtakım çıkarlar karşılığı suçluluğunu kabul ederek bunu pazarlık konusu yapma umutlarını bizden gizlemektedir. Dünyada “aşağı lık” diye nitelenebilecek bir şey varsa, o da elbette bu tutumdur. Ahlakı her zaman haklı çıkmak için kullanmak istediğimizde bu durumla karşı karşıya kalırız. Bu durumda ahlakla siyaset arasındaki gerçek iliş kiler sorunu nasıl var olabilir? Eskiden söylenildiği gibi
102
M A X W EBER
bu iki alan arasında hiçbir ilişki yok mudur? Yoksa tam tersine aynı ahlakın siyasal eylem için olduğu kadar her hangi bir başka eylem türü için de geçerli olduğunu söy lemek daha mı doğru olurdu? Bazen bu iki sav arasında mutlak bir karşıtlık bulunduğu düşünüldü: Ya bu sav doğ ruydu ya da öbürü. Ama birbirine özdeş yükümlülükler getirebilecek bir ahlakın var olup olmadığı sorulabilir. İçerik açısından, hem cinsel, ticari, özel ilişkilere ve ka mu ilişkilerine hem de bir adamın karısıyla, manavıyla, oğluyla, rakibiyle, dostuyla ve düşmanıyla olan ilişkileri ne yükümlülükler getirebilecek bir ahlakın var olup ol madığı sorulabilir. Ahlakın gereklerinin, her türlü siyasetin özgül araç olarak güçten yararlandığı olgusuna -gücün arkasında şid det bulunur- ilgisiz kalacağı gerçekten düşünülebilir mi? Bolşevikliğin ve Spartaküsçülüğün ideologları şiddete başvurdukları için herhangi bir askeri diktatörün de elde edebileceği sonuçlara ulaşmadılar mı? “ İşçi ve asker kurulları”nın egemenliği basit hevesliler durumunda olan es ki imparatorluk yönetimindeki iktidar sahiplerinin egemen liğinden, iktidarı değişik önderlerin elde tutması dışında hangi yanıyla ayrılıyor? Sözde yeni ahlakın savunucula rından çoğunun giriştiği kalem tartışması, bu tartışmayı hasımlarının ahlakını eleştirmek için de yapmış olsalar, herhangi bir demagogun giriştiği kalem tartışmasından hangi yanıyla ayrılır? Bu ayrım yönelişin soyluluğundan gelir diyebilirler. İyi. Ne var ki, burada araçtır önemli olan. Çünkü yıkışmaya girdikleri hasımları da tamı tamı na onlar gibi, aynı bütünlüklü içtenlikle, aynı öznel iç
MESLEK O LARAK SİYASET
103
tenlikle kendi şaşmaz yönelimlerinin çok soylu bir yöne lim olduğunu bildirmektedirler. “Su testisi su yolunda kı rılır” ve savaş her yerde savaştır. Bu durumda ne diyeceğiz? Dağdaki Vaaz’ı mı öne süreceğiz? Ama Dağdaki Vaaz -b e n bundan İncil'\n mut lak ahlakını anlıyorum - İn cil'in buyruklarını seve seve ananların düşündüklerinden çok daha ciddi bir şeydir. Onunla eğlenilmez. Bilimde nedensellik için söylenenler aynı ölçüde ahlak için geçerlidir: Ahlak duruma göre is tenildiği zaman durdurulup binilebilecek ya da inilebile cek kiralık araba değildir. İn cil'in ahlakı bir “ya hep ya hiç” ahlakıdır. Örneğin genç zenginin öyküsünde şöyle bir yer vardır: “ İçi acıyla doluydu giderken, çünkü iyiden iyi ye dünyalığı vardı.” İncil'in buyruğu koşulsuz ve kesin dir: Neyin varsa ver -hepsini ver, hiçbir şey saklamadan. Siyaset adamı, bu buyruk herkes için geçerli olmadığı sü rece gerçekleştirilmesi olanaksız ve saçma bir toplumsal zorunluluktan başka bir şey olamaz diyecektir. Sonunda siyaset adamı mülkiyetin dolaysız, -vergilendirme, dolay lı vergilendirme ve el koyma yoluyla kısacası herkese yö neticilik olan baskı ve yönetmeliklerle- yok edilmesini önerecektir. Ama ahlaksal buyruk bu durumdan hiç kay gı duymaz, onun özelliğidir bu. Hatta ahlaksal buyruk şu nu da söyler: Karşındakine niçin sana vurmak zorunda ol duğunu hiç sorma, hemen “öbür yanağını da uzat” . Bu nun benlik duygusundan uzak bir ahlak olduğunu söyle yecekler. Evet ama aziz için böyle bu. Elbette, bütün ko nularda bir aziz gibi davranmak gerekiyor ya da hiç ol mazsa bir aziz gibi olmayı istemek ve İsa gibi. Havari-
1 0 4
M A X W EBER
ler gibi, aziz François ve benzerleri gibi yaşamak gere kiyor; çünkü bu durumda ahlakın bir anlamı vardır ve bu durumda ahlak bir onurluluk belirtir. Tersi durumda ah lakın anlamı yoktur. Buna göre, aşk’m evrenüstü ahlakı bize “Kötülüğe şiddetle karşı koyma!” diyorsa, siyaset adamı tam tersine “Kötülüğe şiddetle karşı koy, yoksa kö tülüğün zaferinden sorumlu olursun!” diyecektir. İncil'in ahlakına göre davranmak isteyen bir insan grev yapmaya yanaşmamalıdır -çünkü grev bir baskıdırve onun için sarı bir sendikaya yazılmaktan başka çıkar yol kalmaz. Bu kişi hele “devrim”den söz açmaya hiç ce saret edemeyecektir. Bununla birlikte, gerçekte bu ahlakın amacı bize iç savaşın tek yasal savaş olduğunu öğretmek de değildir. İncil’in buyruklarına göre davranan barışçı si lahlarını bırakacaktır ya da ahlaksal yükümlülüğe olan saygısından ötürü onları uzak bir yere fırlatıp atacaktır, savaşa ve bütün savaşlara son vermek için Almanya’ya bunu önerdiler. Oysa siyaset adamı tam tersine şunu söy leyecektir: Yakın bir gelecekte savaşı gözden düşürmemi zi sağlayabilecek tek güvenli yol statu quo üzerine temel lenmiş ivedi bir barıştır. Bu durumda halklar kendi ken dilerine şunu soracaklardır: Bu savaş bizim ne işimize ya radı? Böylece savaşın saçmalığı ortaya konmuş olur; bu gün için artık uygulanamayacak bir çözümdür bu. Ger çekte savaş, kazananlar için, hiç olmazsa bunlardan bir bölümü için siyasi açıdan çıkar sağlayan bir şeydir. Bu durumun sorumluluğu, bizi her türlü direnme olanağından yoksun bırakan anlayıştadır. Ama yakın bir gelecekte, bezginlik dönemi aşılınca artık uzak durulacak şey savaş
MESLEK O LARAK SİYASET
105
değil barış olacaktır: Bu da mutlak ahlakın sonucudur. Bir de doğruyla yükümlü olmak diye bir şey var. Bu da mutlak ahlak açısından koşullandırılmış bir şeydir. Buradan giderek tüm belgeleri, özellikle de ülkemizi güç durumda bırakan belgeleri yayımlamak gerekir sonucuna varıldı; tek yanlı, kesin ve sonuçlara aldırmayan bir su çun sorumlusunu ortaya çıkarmak için bu tek yanlı tanık lıklara güvenildi. Siyaset adamı bu biçimde davranmanın, sonuca bakarak yargılamanın doğruyu ortaya koyamayaca ğını, hatta kötüye kullanmalarla ve tutkuları kışkırtmakla doğruyu bulandıracağını öne sürecektir; siyaset adamı taraftır; yantutar insanlar eliyle, hiçbir şeyi dışta bırak maksızın olguları sistemli bir biçimde işleyerek düzenle menin yarar sağlayabileceğini ve bunun dışında kalan her yöntemin söz konusu yöntemleri kullanan ulus için dü zeltilmesi yılları gerektirebilecek sonuçlar getireceğini bi lir. Gerçekte, mutlak ahlakın ilgilenmediği bir sorun var sa o da sonuçlara ilişkin olan sorundur! Böylece belirleyici soruna geliyoruz. Şu olguyu açık seçik bir biçimde anlamamız zorunlu: Ahlaka göre yön lendirilmiş her etkinlik birbirinden bütünüyle ayrı ve bir birine indirgenemeyecek biçimde karşıt iki ilkeye bağla nabilir. Bu etkinlik, sorumluluk ahlakına ya da inanç ah lakına göre yönlendirilmiş olabilir. Bu, inanç ahlakı so rumluluk eksikliğine, sorumluluk ahlakı da inanç eksikli ğine özdeştir anlamına gelmez. Böyle bir şey elbette söz konusu değil. Bununla birlikte inanç ahlakının kurallarına göre davranan birinin tutumuyla sorumluluk ahlakına gö re davranan birinin tutumu arasında kesin bir karşıtlık
10 6
M A X W EBER
vardır; dinsel bir dil kullanacak olursak inanç ahlakının kurallarına göre davranan kişinin tutumu için şunları söy lemeliyiz: “İmanlı Hıristiyan yükümlülüğünü yerine geti rir ve eylemin sonucu konusunda Tanrı’ya inanır!” so rumluluk ahlakına göre davranan kişiyse şöyle konuşacak tır: “Eylemlerimizin önceden kestirilebilir sonuçlarını üst lenmek zorundayız.” Çok inandırıcı bir biçimde de ko nuşsanız, inanç ahlakının doğruluğuna güvenen bir sendi kacıya, eyleminin tepki olasılıklarını çoğaltmaktan, katıl mış bulunduğu sınıfın yükselmesini geciktirmekten ve bu sınıfı köleleştirmekten başka bir işe yaramayacağım anlat makla zaman yitirmiş olursunuz, size inanmayacaktır. Yalnızca ve yalnızca inançla gerçekleştirilmiş bir eylemin sonuçları can sıkıcı olduğu zaman, bu inancın yandaşı so rumluluğu etkene değil, dünyaya, insanların budalalığına ya da insanları böyle yaratan Tanrı’nın istemine yükler. Sorumluluk ahlakının yandaşıysa, tersine, insanların ortak güçsüzlüklerini göz önünde tutacaktır (çünkü Fichte’nin çok haklı olarak söylediği gibi, insanın iyi olduğunu ve yetkin olduğunu varsaymaya hakkımız yok) ve kendi ey leminin sonuçlarını, kendisi bu sonuçları önceden görebil di diye, başkalarına yükleyemeyeceğini düşünecektir. Bu durumda şöyle diyecektir: “ Bu sonuçlar benim eylemime bağlanmalı.” İnanç ahlakının yandaşı kendini yalnızca, sönmemesi için arı öğreti alevini canlı tutmak zorunlulu ğuyla “yükümlü” sayacaktır; örneğin toplumsal adaletsiz liğe karşı çıkışı yüreklendiren alevi canlı tutmakla yü kümlü sayacaktır kendini. Bu kişinin ancak örnek bir de ğeri olabilen ve olması gereken, ama olası amaç açısın dan düşünüldüğünde bütünüyle akıldışı olan eylemleri bir
MESLEK O LA R A K SİYASET
tek amaca yönelebilir: canlandırmak.
İnancının
107
alevini sürekli olarak
Ama yaptığımız bu ayrıştırma konuyu henüz bir so nuca bağlamıyor. Şu söyleyeceğim noktayı görmezlikten gelebilecek bir ahlak anlayışı var olamaz dünyada: “İyi” sonuçlar elde etmek için çoğu kez, bir yandan ahlaki açı dan onursuz ya da en azından tehlikeli yolları hesaba kat mak, öte yandan da can sıkıcı sonuçların olasılığını ya da daha doğrusu olumsallığını hesaba katmak zorunda kalırız. Dünyada hiçbir ahlak anlayışı bize ahlak açısından iyi bir amacın hangi anda ve hangi ölçüde ahlak açısından teh likeli yolları ve sonuçları doğruladığını söyleyemez. Siyasette belirleyici araç şiddettir. Zimmenvald eği limli devrimci toplumcuların iyi bildiğimiz tutumunu göz önünde tutarsak, araçlarla amaç arasındaki gerginliğin ah lak açısından nereye kadar gideceğini anlayabiliriz. Bun lar savaş henüz sürmekteyken, çarpıcı bir anlatımla belir tecek olursak şöyle bir belirlemeyi savunuyorlardı: “Ya ardından devrim gelmek koşuluyla birkaç yıl daha savaş, ya hemen gerçekleşecek devrimsiz bir barış gibi bir se çenekle karşı karşıya kalırsak biz birkaç yıl daha savaş seçeneğini yeğleriz!” Savunduğu öğretinin ilkelerine göre bilimsel bir biçimde düşünen aklı başında her toplumcu, bu devrim ne getirir sorusuna ancak şu yanıtı verebilir: Terimin gerçek anlamında toplumcu diye niteleyebileceği miz bir iktisadi yaşama geçiş şu an için söz konusu ola maz ve feodalite kalıntılarının ve hanedanlık öğelerinin yok edilmesinden sonra ortaya burjuva anlamında bir ik tisadi yaşam çıkacaktır. Demek bu gösterişsiz sonuç uğ
ıo8
M AX W EBER
runa “birkaç yıl daha savaş”ı kabulleneceklerdi! Bana öy le geliyor ki, inançlı bir toplumcu bile, bu gibi yöntem lerden yararlanan bir amacı yadsımayı yeğleyecektir. Bol şeviklikte ya da Spartaküsçülükte ya da genel olarak her hangi bir tür devrimci toplumculukta sorun bundan daha değişik ortaya koymaz kendini; çünkü eski yönetimin in sanlarının “güce dayalı siyaset”ini ahlak adına mahkûm etmek devrimciler için son derece gülünç bir şeydir, he le kendileri tamı tamına bu yolu tutmuşlarken; hasımlannın amaçlarını yadsıdıklarında tutumları böylece doğrulan mış olsa da. İnanç ahlakını genel anlamda başarısızlığa mahkûm eden şey araçları amaçla doğrulamak sorunundan kaynak lanıyor elbette. Gerçekte mantıksal olarak, bu ahlak an layışının, ahlaksal anlamda tehlikeli yollara başvuran her türlü eyleme karşı çıkmak dışında seçeneği yoktur. Man tıksal olarak sözünü özellikle kullanıyorum. Çünkü ger çeklikler dünyasında deney bize sürekli olarak şunu öğ retiyor: İnanç ahlakının yandaşı birdenbire yüz seksen de recelik bir dönüş yaparak İsa’nın döneceğine inanan bir peygamber durumuna gelebilir ve daha biraz önce “güç karşısında aşk” öğretisini önermiş olanlar az sonra gene bu güce - h e r türlü şiddetin ortadan kaldırılmasıyla son bulacak tek güce- başvurabilirler; her yeni saldırıdan ön ce, bu bizi zafere ulaştıracak ve bize barışı getirecek son saldırı olacaktır diyen askeri önderlerimiz gibi, bu yola başvurabilirler. İnanç ahlakının yandaşı dünyanın ahlaksal akıldışılığına katlanamaz. O evrensel ahlak anlamında bir “akılcı”dır. Aranızda Dostoyevski’yi tanıyanınız varsa Bü
MESLEK O LA R A K SİYASET
109
yük Engizisyoncu sahnesini anımsasınlar, sorun ustaca or taya konulmuştur bu sahnede. İnanç ahlakıyla sorumluluk ahlakını uzlaştırmak, hele ahlak adına bir aracı doğrula yacak amacın hangi amaç olduğuna karar vermek olanak sızdır, ilke denen şeye birazcık inanıyorsak. F.W. Foerster, inançlarında içtenlikli olduğuna ke sinlikle inandığım ama siyaset adamı olarak hiçbir biçim de benimseyemediğim bu meslektaşım, yapıtlarından bi rinde soruna çözüm getirmiş olduğunu sanıyor ve basit bir sav öne sürüyor: İyiden ancak iyi doğabilir, kötüden de ancak kötü. Durum böyle olsaydı, sorun kalmazdı. Böyle bir savın Upanişadlar’dan* iki bin beş yüz yıl son ra da ortaya çıkabilmesi insanı şaşırtıyor doğrusu. Bunun böyle olmadığını yalnızca tüm dünya tarihi boyunca de ğil gündelik yaşamda karşılaşabileceğimiz rasgele bir olayda da görüyoruz. Dünyadaki bütün dinlerin gelişimi söz konusu sava karşı olan görüşün doğruluğu üzerine temellenmiştir. Antikçağ’a kadar uzanan Tanrı bilgisi soru nu daha o zamandan şu soruyla koyuyordu ortaya: Bize hem güçlü hem de iyi olarak sunulan bir güç nasıl olur da hak edilmemiş acılar, cezalandırılmamış haksızlıklar ve iyileşmez budalalıklarla dolu son derece akıldışı bir dün ya yaratabilir? Bu güç ya her yerde güçlü ve iyidir ya da değildir ya da ödüllendirmelere ve cezalandırmalara tam anlamıyla ilgisiz kalan ilkeler yönetmektedir yaşamı; kavrayış gücümüzün tümüyle dışında kalmaları koşuluyla, ancak metafizik yollardan yorumlayabildiğimiz ilkelerdir (*) U panişad: Eski H int din kitaplarından biri.
MESLEK O LARAK SİYASET 1 0
sun haklı çıkmak isteyen bir vaiz tutumuyla karşı karşı ya kalmışsa; kamuoyunun bilgisine aradan yıllar geçtik ten sonra sunulan her yeni belge olsa olsa hoşnutsuzluk homurtularına, öfkeye ve kine yol açar, oysa bunun ye rine savaşı bittiği yere gömmek çok daha yerinde biı davranıştır, hiç olmazsa ahlak açısından yerinde bir dav ranıştır. Ama böylesi bir tutum ancak gerçeklik duygusu nu, şövalyece bir duyguya ve en önemlisi onurluluk duy gusuna ulaşmışsak olanaklıdır. Buna göre böyle bir tutun gerçekte her iki yan adına da bir onur eksikliği anlam: taşıyan bir “ahlak anlayışı” ortaya koymayı kabul etme yecektir. Bu tür bir ahlak anlayışı siyaset adamının uğ raşı içine giren konularla, örneğin gelecekle ve gelecek te üstlenilmesi gereken sorumlulukla ilgilenmek yerine geçmişteki suçlarla uğraşır, bu da çözülmesi olanaksız ol duğu için siyaset açısından kısır bir sorundur. Siyasal ci nayet diye bir şey varsa, böylesi bir davranış biçimi de siyasal bir cinayettir. Ayrıca böylesi bir tutumun ikinci bir sakıncası da sorunun hangi aşamada maddi çıkarlarca kaçınılmaz bir biçimde saptırıldığını bizden gizlemesidir -y an i zafer kazananın zaferinden sağlayacağı olanaklı en büyük çıkarları d a - ve yenik düşenin birtakım çıkarlar karşılığı suçluluğunu kabul ederek bunu pazarlık konusu yapma umutlarını bizden gizlemektedir. Dünyada “aşağı lık” diye nitelenebilecek bir şey varsa, o da elbette bu tutumdur. Ahlakı her zaman haklı çıkmak için kullanmak istediğimizde bu durumla karşı karşıya kalırız. Bu durumda ahlakla siyaset arasındaki gerçek iliş kiler sorunu nasıl var olabilir? Eskiden söylenildiği gibi
110
M AXW EBER
bunlar. Dünyadaki akıldışılık deneyiyle ilgili bu sorun tüm dinlerin gelişiminde devindirici güç oldu. Hintlilerin karma öğretisi, İranlılann ikilik öğretisi, ilk günah öğre tisi ve Deus Absconditus* öğretisi hep bu deneyden doğ du. İlk Hıristiyanlar dünyanın şeytanlar tarafından yöne tildiğini ve siyasetle, yani güç ve şiddet araçlarıyla uğ raşan kişinin şeytani güçlerle bir antlaşma yaptığını çok iyi biliyorlardı; ve eylemde bulunurken de iyiden ancak iyi, kötüden de ancak kötü doğabileceğini öne süren gö rüşün doğru olmadığını biliyorlardı: Daha çok, hatta her zaman bunun tersi olduğunu görüyorlardı. Gerçekte bunu görmeyen kişi siyaset açısından bir çocuktur. Dinsel ahlak, değişik yaşama koşullarında bulunuşu muzu belirleyen bu temel olguya kendini çeşitli biçimler de uyarladı; sözünü ettiğimiz yaşama koşulları da gene kendilerine göre değişik yasalara bağımlıydılar. Helen çoktanrıcılığı Afrodite’e olduğu kadar Hera’ya, Apollon’a ol duğu kadar Dionisos’a da kurbanlar sunuyordu ve bu tan rıların sürekli kavga ettiklerini biliyordu. Hintlilerin yaşam sistemi ise her mesleği özel bir ahlak yasasına, bir dharma’ya bağlıyordu ve bunlar arasında her zaman kastlara da
(*) D eus A bsconditus / Saklı T anrı: L u th cr’in tcolojosindcki tem e! y ö n ler den biri. T eolojinin başlangıç noktası olarak felsefenin reddedilm esidir. Ç ü n kü kişi T anrı için felsefi vasıflandırm alarla işe başlarsa T a n rı’nın n itelikle riyle başlam ış olur. A ncak L uther için buradan başlam ak ve tasım veya d i ğer m antık araçları kullanarak insanlık adına haç üzerinde acı çeken bir T ann ’ya u laşm ak im kansızdır. Bu hiçbir işe yaram ayacaktır. H aç üzerinde ve haç aracılığıyla kendini ifşa eden T anrı felsefenin T a n rı'sı değ il, vahyin T ann ’sıdır. Y alnızca inanç bunu a nlayabilir vc takdir edebilir.
MESLEK O LARAK SİYASET 1 1 1
yalı bir ayrım yapıyordu, daha sonra onları değişmez bir sıradüzeni içinde bir araya getiriyordu. Bir kastta doğmuş olan birey artık o kasttan çıkamazdı, bu ancak gelecekteki yaşamda yeniden cisimleşmekle olanaklı olabilirdi. Buna göre her meslek yüce esenliğe az ya da çok uzak olan bir yerde bulunuyordu.' Çilecilerden ve Brahmacılardan dolan dırıcılara ve orospulara kadar her kastın dharma’sı belirle niyordu böylece; içkin yasalara, her mesleğe özgü yasala ra göre belirlenmiş bir sıradüzenine bağlıydı bu dharmalar. Elbette savaşın ve siyasetin yeri de belliydi. Bhargavad Gitâ’da Krişna’yla Arjuna’nın konuşmasını okuyacak olursa nız, savaşın yaşamı bütünleyen bir parça olarak alındığını görürsünüz. “Zorunlu olanı yap” demek, savaşçılar kastının dharma’sı ve bu kastı yöneten buyruklar seni neyle yükümlüyorsa onu yap, kısacası, kastının amacına uygun düşen nesnel olarak zorunlu “iş”i yap, yani savaş et anlamına ge lir. Bu inanca göre savaşçılık görevini yerine getirmek ru hun esenliği için bir tehlike olmaktan uzaktır, tersine ona destek olur. Hintli savaşçı kahramanca bir ölümden sonra Indra katına yükseleceğine güveniyordu her zaman, nasıl Germen savaşçısı Walhalla’ya kabul edileceğine güveniyor sa; kuşkusuz Hintli savaşçı Nirvâna’yı Germen savaşçısının meleklerle dolu Hıristiyan cennetini önemsediği kadar önemsemiyordu. Ahlakın bu biçimde özelleştirilmesi, siya set denen en büyük sanattan son derece tutarlı, ancak ken di yasalarına uyan, her zaman kendi kendinin bilincinde bir etkinlik ortaya koyma olanağı verdi Hintlilerin ahlak anla yışına. Hatta Hint edebiyatı bize köktenci “Machiavelli’cilik”in. bildiğimiz anlamda Machiavelli’ciliğin klasik bir yo rumuna verir; Kautilya’nın Arthaçastra’sının okumak yeter;
112
M A X W EBER
bu kitap Hıristiyanlıktan çok önce, sanıyorum Chandragupta döneminde yazılmıştır. Bu metinle karşılaştırıldığında Machiavelli’nin Prens’i zararsız bir kitaptır. Bilindiği gibi Katolik ahlakında -profesör Foerster da bu ahlaka çok yakındır- consilia evangelica’lar özel bir ah lak oluştururlar. Azizlikte bulduğumuz iyilikçiliğin ayrıcalı ğına sahip olanlara ayrılmıştır bu özel ahlak. Kan dökme si ya da çıkar peşinde koşması yasak edilmiş olan keşişle birlikte, sofu şövalyeyle sofu burjuvanın kişiliklerini de bu luruz orada, oysa şövalyenin kan dökme hakkı, burjuvanın da zenginleşme hakkı vardır. Ahlakın ayrımlaşması ve bir esenlik sisteminde bütünleşmesi burada Hindistan’da gördü ğümüzden daha az kesindir; bununla birlikte Hıristiyan inancındaki varsayımlardan ötürü bu böyle olabilirdi, hatta böyle olmalıydı. İlk günah yüzünden dünyanın ahlaksızlaşması öğretisi, ruh için kesinlikle tehlikeli olan günahı ve sapkınlıkları yok etme aracı olarak şiddetin ahlakla bütün leşmesini sağlıyordu. Bununla birlikte Dağdaki Vaaz’ın evrendışı zorunlu lukları, arı bir inanç ahlakı görünümü içinde, bu öğretici üzerine temellenmiş mutlak bir gereklilik olarak ele alınan Hıristiyan doğal hukuku da içinde olmak üzere, devrimci güçlerini korudular ve hemen tüm toplumsal çalkantı dö nemlerinde bütün taşkınlıklarıyla su yüzüne vurdular. Sözü nü ettiğimiz zorunluluklar, köktenci bir barışçılığı savunan tarikatları doğurdu ilk önce; hatta bu tarikatlardan biri Pennsylvania’da bir devlet kurmaya kalkıştı; dış ilişkilerin de güce başvurmak istemiyordu bu devlet. Bağımsızlık sa vaşının başlarında Quakerler, kendi ülkülerine özdeş ülkü leri savunmak için girdikleri bir çatışmada silahlarını kul
MESLEK O LARAK SİYASET 1 1 3
lanmak zorunda kaldılar, bu yüzden bu girişim trajik bir girişim oldu. Oysa Protestancılık genel olarak devleti, do layısıyla da şiddete başvurmayı yüce kurum olarak yasal laştırır ve özel olarak da yasal baskıcı yönetimi savunur. Luther bireyi siyasal yetkeye bağlayabilmek için bireyin sa vaşla ilgili ahlaksal sorumluluğunu kaldırdı, buna göre inanç sorunları dışında siyasal iktidarların düzenlerine uy makta herhangi bir suçluluk olmayacaktır. Calvin’cilik de temelde gücü, inancı koruma yolu olarak görüyordu ve do layısıyla din savaşlarını haklı buluyordu. İslamiyette din sa vaşlarının her zaman temel bir öge diye alındığını biliyo ruz. Buna göre siyaset ahlakı sorununu ortaya koyan şey, Rönesans'ın kahramanları yüceltmesinden doğmuş olan mo dern inançsızlık değildir hiçbir biçimde. Tüm dinler bu so runu az çok başarılı bir biçimde ele aldı ve buraya kadar söylediklerimizden bunun başka türlü olamayacağı görülü yor. Demek ki, siyasetle ilgili ahlak sorunlarının özgün ya nı yasal şiddeti kullanan özgül araçtadır, insan toplulukla rının yararlandığı bir araçtır bu. Bu yolu benimseyen her insan, eyleminin amacı ne olursa olsun -ve her siyaset adamı zorunlu olarak bu yo lu benimser- eyleminden doğan sonuçları göze alır. Bu, inançları için savaşan bir insan için de özellikle geçerlidir, ister bir din savaşçısı, ister bir devrim savaşçısı söz konu su olsun bu böyledir. Örnek olarak hiç çekinmeden çağdaş dönemi alabiliriz. Güç kullanarak yeryüzünde toplumsal adaleti yerleştirmek isteyen biri yandaşlara, yani insanlar dan oluşmuş bir aygıta gerek duyacaktır. Oysa bu aygıt an cak zorunlu manevi ya da maddi ödüller önceden belirle nirse işler, bu ödüller ister göksel olsun, ister yersel ol
114
M A X W EBER
sun... En önce manevi ödüllerden söz edelim: Sınıf sava şının modern koşulları içinde, insanın kinlerini, öç alma is teğini, hıncını ve özellikle de ne pahasına olursa olsun hak lı çıkmaya duyduğu sözde ahlaksal eğilimi doyurmak anla mına gelir bu ödüller; yani hasmını küçük düşürmek ve onu sapkınlıkla suçlamak isteğini doyurmak anlamına gelir. Sonra maddi ödüller gelir: Serüven, zafer, ganimet, güç ve arpalıklar gibi. Önderin başarısı bütünüyle, kurduğu aygıtın işleyişine bağlıdır. Bu yüzden önder kendisini kişisel ola rak etkileyen itkilere değil, yandaşları etkileyen itkilere bağlıdır. Demek ki, onun geleceği, vazgeçemeyeceği yan daşlara tüm bu ödülleri düzenli olarak sağlayabilme olana ğına bağlıdır; ister kızıl muhafız olsun, ister hafiye olsun, ister kışkırtıcı olsun, durum değişmez. Yani önder, etkinli ğinden doğacak sonuçlara tam anlamıyla egemen değildir, yandaşlarının isteklerine karşı esnek olmalıdır, ahlak bu is tekleri aşağılık bulsa da. Önder ancak yandaşlarından hiç olmazsa bir bölümü onun kişiliğini ve davasını içten bir inançla benimsiyorsa yandaşlara gem vurabilir; çünkü dün yada özdeş duyguların herhangi bir insan topluluğunda ço ğunluğu esinlediği görülmemiştir. Başlangıçta bu inançlar çok içten olsalar da öznel olarak çoğu kez öç, güç, gani met ve arpalık isteklerini ahlaksal açıdan “doğrulamak”a hizmet ederler. Bu konuda size birtakım öyküler anlatma ya kalkışmayacağım; çünkü tarihin maddeci yorumu istenil diği zaman binilen ve devrimin öncüleri önünde duran ki ralık bir araba değildir! Coşku dolu devrimi bir geleneğin gündelik alışkanlıkları izleyecektir; bu durumda inançlı kah raman ortalıktan çekilir, inanç da kendini olacaklara bıra kır ya da sonradan görmelerin ve siyaset teknisyenlerinin
MESLEK O LA R A K SİYASET
115
bildik laf kalabalığında bir parça durumuna düşer ve onun en korkulu yazgısıdır bu. Bu evrim ideolojik savaşlarda özellikle hızlıdır; çün kü bu tür savaşlar genellikle gerçek anlamda önderler ta rafından, yani devrimin peygamberleri tarafından yönetilir ya da esinlenir. Bu durumda da genellikle öndere tam bir bağlılığı gerektiren tüm etkinliklerde görüldüğü gibi, disip lin sağlamaya yönelik verimsizlik ve mekanikleşme ya da manevi proleterleşme başarı koşullarından birini oluşturur. Bu yüzden kendi inançları için savaşan muzaffer bir önde rin yandaşları çoğu kez büyük bir hızla bayağı arpalıklar topluluğu durumuna düşerler. Genel olarak siyaset yapmak isteyen kişi, özellikle de siyaseti meslek edinmek isteyen kişi bu ahlaksal tutarsız lıkların bilincine varmak zorunda olduğu gibi, onların bas kısı karşısında ne yapabileceğinin sorumluluğunu da bilmek zorundadır. Siyasetle uğraşan kişi, daha önce de söyledi ğim gibi, her türlü şiddette kendini gösteren kulağı kirişte şeytani güçlerle uzlaşacaktır. İnsanın evrendışı aşkının ve iyiliğinin büyük ustaları, Nazareth’den, Assise’den ya da Hindistan’ın krallık şatolarından da gelmiş olsalar, şiddeti siyaset aracı olarak kullanmadılar. Ve onların krallıkları “bu dünya” krallığı değildi ama gene de belirli bir etkile ri oldu ve bu etki hâlâ sürüyor. Platon Karatayev’in kişi leri ve Dostoyevski'nin yarattığı azizler bu tür ustaların en doğru örneklerini verir. Ruhunun esenliğini isteyen ya da başkalarının ruhunu kurtarmak isteyen kişi siyaset yöntem lerinden uzak durmalıdır; siyaset meslek gereği olarak, an cak şiddetle ulaşılabilen çok değişik başka görevleri yeri ne getirmeye çalışır. Siyasetin cini ya da şeytanı aşk tan
116
M A X W EBER
rısıyla olduğu kadar Kilise kurumlarında kendini gösteren Hıristiyan tanrısıyla da son derece gergin bir durumda ya şar. Bu gerginlik çözülmesi olanaksız bir çatışmaya neden olabilir. İnsanlar bu durumu Kilise’niıı egemen olduğu dö nemde de biliyorlardı. Ayin yasağı Floransa kentini sürekli olarak tehdit ederken kentteki yurttaşlar Kilise Devletleri'ne karşı savaşı sürdürüyorlardı. Bu dönemde bu tür bir baskı insanları çok daha derin bir biçimde etkiliyordu ve ruhları nın esenliğini çok daha büyük ölçüde tehdit ediyordu, (Fiehte'nin de söylediği gibi) Kant’cı ahlak yargısının “soğuk onama”sından da daha büyük ölçüde tehdit ediyordu. Machiavelli’nin Floransa Hikayeleri'nde, yanlış anımsamıyorsam bu durumu anlatan güzel bir bölüm vardır; Machiavelli bu olayı anımsatır ve bu kentten bir kahramana, yurttaşlarına saygılarını sunmak için şu sözleri söyletir: “Onlar kentleri nin yüceliğini ruhlarının esenliğine yeğ tuttular.” Bugün artık herkes için tek anlamlı olmayan doğum yeri ya da “yurt” sözcüklerinin yerine “sosyalizmin gelece ği” ya da “uluslararası barış” sözcüklerini kullanırsanız, so runu modern biçimine uygun düşen terimlerle ortaya koy muş olursunuz. Siyasal etkinlik dışında başka bir yolla ger çekleştirilmesi olanaksız olan bu amaçlar ruhun esenliğini tehlikeye sokarlar; siyasetse zorunlu olarak şiddet araçları na başvurur ve sorumluluk ahlakının yöntemlerini benim ser. Bu amaçlara inanç ahlakınca yönlendirilmiş bir ideolo jik savaş sırasında ulaşmak isteniyorsa bundan önemli za rarlar doğabilir, yankısı kuşaklar boyunca sürecek bir değersizleşme doğabilir; çünkü bu tutumda sonuçlardan ken dini sorumlu duyma kaygısı yoktur. Bu durumda etken ola nın araya giren şeytani güçler üzerine hiçbir bilgisi yok
MESLEK O LARAK SİYASET
117
tur. Oysa bu güçler acımasızdırlar ve birey onları görmez se kendisini acımasızca teslim alacak birtakım sonuçlara sü rüklenecektir. Bu güçlerin yankıları eylemi sırasında oldu ğu kadar ruhunun derinliklerinde de ona kendilerini duyu racaklardır. “Şeytan ihtiyardır, onu anlamak için siz de ih tiyarlayınız!” diyen şair bundan senelerin sayısını ya da ya şı anlamıyordu elbette. Bir tartışmada yaşını öne sürüp üs tünlük sağlamaya çalışmak benim hiçbir zaman kabullene meyeceğim bir şeydir. Elbette ben elliyi geçmişken karşım daki yirmi yaşındaysa bu durum benim onun önünde say gıyla eğilmemi gerektirecek bir başarının varlığını zorunlu kılmaz. Önemli olan yaş değildir, yaşam gerçeklerini yap macıksız bir biçimde görmeyi bilen üstün bir bakış ustalı ğı, sonra da bu gerçeklere dayanabilecek ve onlarla birlik te kendini de kurtarabilecek bir ruh gücüdür önemli olan. Siyaset gerçekten kafayla yapılır. Ama siyasetin yal nızca kafayla yapılmadığı da gerçek. İnanç ahlakının yan daşları bu konuda bütünüyle haklılar. Hiç kimseyi inanç ahlakına göre ya da sorumluluk ahlakına göre davranmaya zorlayanlayız, hele ne zaman birini ne zaman öbürünü iz lemesi gerektiğini hiç gösteremeyiz. Ancak bir şeyi söyle yebiliriz. Bugün, kabul edeceğiniz gibi, hiç de etkisiz ol mayan bir kışkırtmalar döneminde yaşıyoruz -şunu da unut mayın: Kışkırtma ne her zaman ne de sonuna kadar takım anlamında bir tutkudur- her yerde birtakım siyaset adam larının birdenbire boy gösterdikleri görülüyor, bunlar inanç ahlakını savunuyorlar ve şunu öne sürüyorlar: “ Budala ve kaba olan ben değilim, başkaları; sonuçların sorumluluğu bana yüklenemez, bu sonuçlardan hizmetlerinde çalıştığım öbür insanlar sorumlu; siz biraz bekleyin, ben bu budalalığın
118
M A X W EBER
ve kabalığın kökünü kazımasını bilirim”; size içtenlikle söy lüyorum, bu durumda önce inanç ahlakını savunan bu insan ların iç tutarlılıklarını araştırırdım. Yüzde doksan, üstlendiği sorumlulukların gerçekten bilincinde olmayan, tersine duygu sallıklar içinde sarhoş olmuş, içi hava dolu tulumlarla karşı laşacağımızı sanıyorum. Bu durum insani açıdan beni hiç il gilendirmiyor ve hiçbir biçimde etkilemiyor. Buna karşılık ey lemlerinin sonuçlarından kendini gerçekten ve tüm ruhuyla sorumlu duyan ve sorumluluk ahlakını benimsediği için işler belirli bir noktaya geldiğinde “Başka türlü davranamam, bu rada duruyorum...” diyen olgun bir insanın tutumu -bu insan genç olsun yaşlı olsun- beni derinden etkiler. Böyle bir tu tum insanidir ve etkileyicidir. Hepimiz bir gün böyle bir du rumla karşılaşabiliriz, ruhumuz bütünüyle ölmediyse elbette. Artık şunu görebiliyoruz: İnanç ahlakı ve sorumluluk ahlakı birbiriyle çelişmez, birbirini tamamlar ve birlikte gerçek in sanı oluştururlar, “siyaset mesleği”ne atılabilecek nitelikte bir insanı oluştururlar. Sevgili dinleyiciler, belki on yıl sonra bu sorundan yine söz etme olanağı bulabiliriz. Birçok nedenden ötürü ben şu an için gerici tutumun üstünlük sağlamasından kor kuyorum. Dilediğimiz ve umduğumuz şeylerden, ben de bunları ummuştum kabul ediyorum, çok küçük bir bölümü nün gerçekleşmesi olasıdır. Gerçekleşmesi olası bu şeyler her şeye rağmen çok azdır -kesinlikle hiçbir şey dememek için böyle söylüyorum. Bundan kırılacak değilim ama işin bilincinde olana bu durum ağır gelecektir. İçinizden bugün kendilerini tam anlamıyla “inançlı siyasetçiler” olarak gö ren ve yapılmış bulunan devrimin coşkusuna kendilerini kaptıranların on yıl sonra ne duruma geldiklerini görmek
MESLEK O LARAK SİYASET
119
isterdim - o zaman “ruhsal” olarak ne durumda olacakları nı görmek isterdim. Her şey Shakespeare’in 102. Sone’sinde olduğu gibi gerçekleşebilse, bu gerçekten çok güzel bir şey olurdu: Aşkımız çok gençti, tanı çiçeği burnunda, Aşkımızı kurtarmak için çınlıyordu fidanların; Böylece Philomeles çırpınıp durdu yaza karşı Ve günler olgunlaşınca şarkısını kesiverdi. Ama durum böyle değil. Hangi siyasal toplulukların zafer kazanacağının bir önemi yok: Bizi çiçekler açmış bir yaz beklemiyor, kutup gecesi bekliyor, buzlu, karanlık ve sert bir gece bekliyor. Gerçekte hiçbir şeyin bulunmadığı yerde haklarını yalnızca imparator değil, proleter de yitirir. Ve bu gece yavaş yavaş dağılmaya yüz tuttuğunda son de rece zengin bir görünümü olan bugünkü ilkbaharı yaşamış insanlardan kaçı yaşamını sürdürecek? Bu insanların vic danları ne duruma gelmiş olacak? Acıdan ya da gösteriş ten başka çıkar yol kalmayacaktır onlara ya da hiç de az rastlanır olmayan şu son çözümü benimseyeceklerdir; en azından modayla zorlanmadıkları zaman -yazık ki, bu da sık görülen bir şeydir- yeteneği olan tüm kişiler dünyadan gizemli bir biçimde el etek çekeceklerdir. Bütün bu durum lardan şu sonucu çıkarıyorum: Bu insanlar yükümlülükleri nin gerektirdiği düzeyde değildiler, dünyayla, olduğu biçi miyle ya da alışılmış biçimiyle dünyayla boy ölçüşecek du rumda değildiler; hiçbir durumda ne nesnel olarak ne de olumlu olarak, sözcüğün en geniş anlamında sahip oldukla rına inandıkları siyaset yönelimine sahip değildiler. Onlar için yapılacak en iyi şey alçakgönüllükle ve dolambaçsız bir
1 2 0
MAXW EBER
biçimde insanın insana olan kardeşliğini geliştirmek ve bu nun dışında da kendini iyi niyetle gündelik çalışmalarına vermektir. Siyaset sert tahtadan dayanaklar çıkarmak için diren gen ve sıkı bir çaba göstermeye dayanır. Bu çaba hem tutku hem de göz keskinliği gerektirir. İnsanlar her zaman ve hiç durmaksızın olanaksıza yönelmeselerdi olanaklıya hiçbir zaman ulaşılamazdı sözü son derece doğrudur ve tüm tarihsel deneyler bunu doğrular. Ama böylesi bir ça ba gösterebilen insan bir önder olmalıdır ve böyle bir in san yalnızca bir önder değil, sözün en basit anlamında bir kahramandır da. Ve ne önder ne de kahraman olan insan lar bile tüm umutlarının yıkılmasını göğüslemelerini sağla yacak ruh gücüyle silahlandırmak zorundadırlar kendileri ni. Ama bunu bir an önce yapmaları gerekir, yoksa bu gün yapma olanağına sahip oldukları şeye bile ulaşamaya cak bir duruma düşeceklerdir. Kendi açısından baktığında dünyayı sunduğu şeylere değmeyecek kadar ahmak ve se fil bulsa da yıkılmayacağına inanan, bununla birlikte “yi ne de” diyebilen kişi ama yalnız bu kişi siyaseti meslek olarak seçebilir.