STEFAN ZWEIG
YARININ TARİHİ
Stefan Zweig'in, “D er europäische Gedanke in seiner historischen Entwicklung". "Geschichtsschreibung von Morgen”, “Anmerkungen zu Balzac", “Marcel Prousts tragischer Lebenslauf’, “Das Buch als Eingang zur W elt”. “Paul Verlaines Lebensbild". “Arthur Rimbaud”. “Die Kunst des Briefes", “Tolstoi als religiöser und sozialer Denker", “Die Angler an der Seine" adlı denemelerinin derlenmesinden oluşmuştur. © 1991, Can Sanat Yayınları A.Ş. Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. 1. basım: 1991 6. basım: Ocak 2017, İstanbul Bu kitabın 6. baskısı 1 000 adet yapılmıştır. Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design
Kapak baskı: Azra Matbaası Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi D Blok 3. Kat No: 3-2 Topkapı-Zeytinburnu, İstanbul Sertifika No: 278S7 İç baskı ve cilt: Türkmenler Matbaası Maltepe Mahallesi Gümüşsüyü Caddesi No: 18, Topkapı, Zeytinburnu/İstanbul Sertifika No: 12584
ISBN 978-975-510-192-7
C A N SA N A T Y A Y IN LA R I YAPIM VE D A Ğ ITIM T İC A R E T V E SA N A Yİ A.Ş. Hayriye Caddesi N o: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33 canyayinlari.com
[email protected] Sertifika No: 31730
STEFAN ZWEIG
YARININ TARİHİ
DENEME Alm anca aslından çeviren
Ahmet Cemal
Stefan Zweig’m Can Yayınlarındaki diğer kitapları: Dünün Dünyası, 1985
Rotterdamlı Erasmus, 2008
Amok Koşucusu, 1990
Balzac, 2009
Lyon’da Düğün, 1992
Bir Kadının Yaşamından 24 Saat Bir Yüreğin Ölümü, 2009
İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar. 1995
Macellan, 2010
Satranç, 1997
Clarissa, 2010
Günlükler, 1997
Hayatın Mucizeleri, 2011
Değişim Rüzgârı, 1998
Montaigne, 2012
Amerigo, 2005
Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin'e, 2014
Sabırsız Yürek, 2006 M arie Antoinette, 2006 Joseph Fouché, 2007
Üç Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski, 2015 Alory Stuart, 2016
STEFAN Z W EIG , I881'de Viyana’da doğdu. Avusturya, Fransa ve Al manya'da öğrenim gördü. Savaş karşın kişiliğiyle dikkat çekti. 19191934 yılları arasında Salzburg’da yaşadı. Nazilerin baskısı yüzünden Salzburg'u terk etmek zorunda kaldı. I938’de İngiltere'ye, 1939’da N ew York'a gitti, birkaç ay sonra da Brezilya’ya yerleşti. Önceleri Ver laine. Baudelaire ve Verhaeren çevirileriyle tanındı, ilk şiirlerini ise I901’de yayımladı. Ç ok sayıda deneme, öykü, uzun öykünün yanı sıra büyük bir ustalıkla kaleme aldığı yaşamöyküleriyle de ünlüdür. Psikolo jiye ve Freud’un öğretisine duyduğu yoğun ilgi, Zweig'm derin karakter incelemelerinde ifade bulur. Özellikle tarihsel karakterler üzerine yaz dığı yorumlar ve yaşamöyküleri, psikolojik çözümlemeler bakımından son derece zengindir. Zweig, Avrupa’nın içine düştüğü siyasi duruma dayanamayarak 1942'de Brezilya’da karısıyla birlikte intihar etti.
AHM ET CEM AL, I942’de İzmir'de doğdu. St. Georg Avusturya Lisesi ve İÜ Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Yazko Çeviri dergisini yönetti. Hölderlin, Kleist, Brecht. Canetti, Remarque, Celan, Musil, Trakl, Benjamin, Kafka, Lukâcs, Fischer, Bachmann. Goethe, Paz gibi yazar ve şairlerin yapıtlarını dilimize kazandırdı. Deneme kitaplarının yanı sıra Dokunmak adlı öykü kitabı ile Kıyıda Yaşamak adlı romanı yayımlandı. Çeviri ede biyatına yaptığı hizmetlerden ötürü Avusturya Federal Cumhuriyeti Altın Liyakat Nişam’nı ve 2010 yılı Tarabya Çeviri Ödülleri Almancadan Türkçeye Büyük Çeviri Ödülü'nü aldı.
İçindekiler Dördüncü Basıma Önsöz ................................................... 11 Tarihsel Gelişimi İçinde Avrupa Düşüncesi ...................... 17 Yarının Tarihçiliği ................................................................ 43 Balzac Üzerine Notlar ......................................................... 65 Marcel Proust’un Trajik Yaşamı ......................................... 77 Dünyaya Açılan Kapı Olarak Kitap ................................... 87 Paul Verlaine’in Yaşamı........................................................ 99 Arthur Rimbaud ............................................................... 115 Mektup Sanatı.................................................................... 129 Din ve Toplum Açısından Bir Düşünür Olarak Tolstoy.................................................................... 133 Seine Kıyılarındaki Balıkçılar............................................. 155
Dördüncü Basıma Önsöz Bu basımla birlikte Zweig’in Yarının Tarihi başlıklı de neme seçkisinde bir değişiklik daha gerçekleşiyor. İlk basımı 1991 yılında yapılan kitap, Yarının Tarihi ve Rotterdamh Eros muş başlığıyla yayımlanmıştı. Sonraki yıllarda Erdal Öz, "Erasmus” denemesinin kapsamını ve önemini düşünerek, bana bu denemenin ayrı bir kitap halinde yayımlanmasının daha doğru olup olmayacağını sormuştu. Ben de kendisine, bu denemenin Almanca baskılarının zaten genellikle bağımsız bir kitap ha linde yapıldığını söyleyince, bu şıkta karar kılınmış ve deneme, Yarının Tarihi başlıklı seçkiden çıkarılarak bağımsız bir kitap olarak yayımlanmıştı. Yarının Tarihi'nin elinizdeki bu son basımıyla birlikte, bir anlamda sevgili dostum Erdal Öz’ün bir dileği ya da vasiyeti daha yerine getirildi ve bu kez, Zweig'in ölmeden önce ka leme aldığı son denemesi, aynı zamanda da başyapıtlarından biri olan "Montaigne" denemesi de, Zeynep Çağlıyor’un yakın ilgisiyle, ayrı bir kitaba dönüştürüldü. • * •
Stefan Zweig 1942 yılında, yani büyük savaşın ortasın da, Brezilya'nın Petropolis kentinde karısıyla birlikte intihar ettiğinde, dostlarına bıraktığı satırlarda "artık güneşin yeniden doğmasını bekleyecek” gücünün kalmadığını, ama onların bu yeni gündoğumunu mutlaka beklemeleri gerektiğini söylemiş ti. Böylece, bedensel hayatını noktalarken bile, başkaları için 11
bir anlamda "yarının yolunu” göstermekten geri kalmıyordu. Zweig gibi sanatçılar, kimi zaman hayatlarıyla olduğu kadar ölümleriyle de çok derin anlamı bulunan bir misyonu üstle nirler. Geride kalan yüzyılda özgürlük kavramının en coşkulu ve yürekli bayraktarlarından biri olan Zweig’m, hayatını nok talayacağı ânı da kendi özgür iradesiyle seçmiş olması, sanki hep özgürlüğün hamuruyla yoğrulmuş yaratısının doğal bir tamamlayıcısıdır. Onun ölümünün ardından, hafızam beni ya nıltmıyorsa, dostlarından Franz Werfel, "Bu, çağımızın en dü şündürücü intiharlarından biridir," demişti. Savaş alanlarının çok uzağında, sığındığı Brezilya’da, üstelik gerek devlet yöne ticilerinin, gerekse halkın yoğun sevgisi ve saygısıyla kuşatılmış olarak, hiçbir parasal kaygısı da bulunmaksızın yaşarken, dün yanın geri kalan bölgelerinde her gün savaşta ölmekte olan ların acısına dayanamayarak ölümü seçmiş olması, onun ölü müne yüklenmesi gereken haklı misyonun canlı göstergesidir. Zweig öldüğünde, eşine ender rastlanabilecek kadar ünlü bir yazar ve düşünürdü. Naziler yüzünden vatanı Avusturya'yı, ardından da Avrupa'yı bırakıp Güney Amerika’ya geçtikten sonra, gittiği her yerde, devlet başkanlanna yapılan törenlerle karşılandı. Güney Amerika’nın çeşitli ülkelerindeki üniversite lerde verdiği konferanslarda, her yaştan dinleyiciler en büyük amfilere bile sığmadı ve salonların dışına hoparlörler yerleş tirildi. Bunca yaygın bir ün, elbette nedensiz değildi. Stefan Zweig hayatı boyunca eserleriyle, özellikle de denemeleriyle hep insanı, yalnızca insan olarak dünyaya gelmesinden ötürü hemcinsleri için en büyük değer sayan bir hümanizmin sözcü lüğünü yaptı. Bu, sınırların, pasaportların, ulusların ve ırkların üzerinde kalan, bütün ayrımları silmeyi temel hedef edinmiş bir dünya görüşüydü. Zweig'in eserlerinin daha sağlığında pek çok dile çevrilmesi, dünyanın hemen hemen bütün ülkelerin deki aydınlar tarafından kapışılırcasına okunması, böyle bir dünya görüşünün ne kadar geniş bir çevreye seslenebildiğinin çarpıcı kanıtıdır. *** Zweig gibi hümanistler, insanoğlunun soylu yanlarının bir türlü kesin bir zafere ulaşamaması nedeniyle, neredeyse 12
hep ütopya olarak kalmaya yargılı görüşlerin savunuculuğunu üstlenirler. Fakat öte yandan bu hümanistler, özellikle insanı insan kılan yanlarına ilişkin idealler söz konusu olduğunda, ilk ütopyaların hep nihai gerçeklerin en gözüpek müjdecileri ol duğunun da bilincindedirler. Zweig, düşüncelerin ve ütopya ların değeri konusunda, deneme alanındaki başyapıtlarından sayılan Rotterdamlx Erasmus - Zaferi ve Trajedisi'nin son sayfa larında, bu durumu şöyle açıklar: ... Erasmus anlayışının, tarihi biçimlendirdiğine ve Avrupa' nın kaderinde gözle görülür, elle tutulur bir rol oynadığına hiç rastlanmadı: Karşıtlıklann adalet düşüncesinin potasında bağdaştınlmasına. eritilmesine ilişkin yüce hümanizm düşü, uluslann ortak bir kültürün çatısı altında birleşmesi, gerçekleş meyen ve içinde yaşadığımız gerçeklikte belki de hiçbir zaman gerçekleşemeyecek bir ütopya olarak kaldı. Fakat düşünce evreninde bütün karşıtlıklara yer vardır Hiçbir zaman galebe çalmış bir gerçeğin kalıbına girm eyen düşünce bile, o evrende dinamik bir güç olarak etkili kalın en aşılamayan ve unutulamayan idealler ise. gerçekleşmemiş olan ideallerdir. Bundan ötürü bir düşüncenin daha gerçekleşme miş oluşu, o düşüncenin ne yenilgisini ne de yanlışlığını kanıt lar... tam aksine, yalnızca gerçeklerin alanına girip eskimemiş ve yanlışlıklan kanıtlanmamış olan idealler, ahlaki gelişmenin bir öğesi olarak her yeni kuşakta etkinliğini sürdürür...
İnsanlığın böyle düşüncelerin savunucularına her zaman ihtiyaç duyacağına ilişkin kehanet, günümüz Avrupası’nın durumuna bakıldığında daha da önem kazanmaktadır. Avru pa'nın bir zamanlarki Demir Perde’nin dışında kalan bölümü, onyıllar boyunca "öte yandaki” vatandaşlarının özgürlükten yoksun oluşları karşısında televizyon ekranlarında, kongre sa lonlarında vb. yakınmayı bir insanlık görevi ve "Avrupalılık bilinci”nin gereği sayarken, Demir Perde’nin ortadan kalkı şından sonra yeniden kendisine koşan “öteki vatandaşlarını” kabulde sergilediği çekingenlikle, gerçekte r.e kadar kaypak bir ahlakın egemenliği altında yaşadığını kanıtlayıvermiştir. Gerek bu yanıyla, gerekse artık yalnızca "ülkeye kaçak işçi sokmama” hedefini çoktan aşmış vize uygulamalarıyla günü 13
müz Avrupası, kendisine ait bütün uygarlık ve kültür temel lerine karşı ihanet içerisinde olan, teknolojide hızla ilerlerken insanlığından da hızla yitiren bir tür yeni ırkçılığın egemen liğindeki bir topluluk olup çıkmıştır. Dolayısıyla, kehanet gerçekleşmiştir. Bugünkü Avrupa'nın, insani değerler açısın dan hâlâ söz sahibi olmak istiyorsa eğer, bir an önce yapması gereken şey, Zweig gibi aydınların söylediklerine kulaklarını yeniden açmasıdır.
Can Yayınları için daha önce Octavio Paz’ın ve Manes Sperber'in kitaplarını hazırlarken yaptığım gibi, bu kitaptaki denemeleri de kendi seçimime göre bir araya getirdim. Bunlardan "Tarihsel Gelişimi İçinde Avrupa Düşünce si" başlıklı deneme, bir kavram olarak Avrupa düşüncesini ve Avrupa Birliği ilkesini Roma İmparatorluğu’ndan günümüze kadar izleyen bir çalışmadır; Avrupa'nın "nelerden oluşması" gerektiğinin yanı sıra, "nelerden oluşmaması" gerektiğini de ser gilemesi bakımından önemlidir. "Din ve Toplum Açısından Bir Düşünür Olarak Tolstoy" denemesi, Tolstoy’un, artık dünya çapında üne sahip olduğu bir dönemde, yurtluğunda oturup bu ünün, soyluluğunun ve servetinin tadını çıkaracak yerde, onca eserinin ardından in sanla ve toplumla esaslı bir hesaplaşmaya girme serüvenini ir deler. Anılan koşullar altında duyulan bu hesaplaşma özlemi, bir sanatçıyı gerçek anlamda büyük kılan nedenlerin irdelen mesi anlamını da taşımaktadır. Stefan Zweig'ın Arthur Rimbaud üzerine bir deneme yazmış olduğunu, “Paul Verlaine'in Yaşamı” adlı denemeyi çevirirken bir dipnotundan öğrendim. 1921’de Rimbaud’nun Almanca çevirileri için bir önsöz olarak yazılan bu deneme nin içinde bulunduğu kitap, artık çoktandır piyasada yoktu. Bu konuda yardımlarını istediğim Viyana Ulusal Kitaplığı Bi limsel Araştırmalar Bölümü, denemenin fotokopisini faksla 12 saatten az bir sürede gönderdi. Kurumun ilgililerine buradan teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Bu kitaptaki denemeleri seçerken, kendimce renkli bir yelpaze oluşturmayı amaçladım. “Yarının Tarihi" ise benim 14
bulduğum bir ad: Belki Zweig gibileri, onlarla vardığımız her yarından sonra başka yarınlar için de köprüler kurabildikleri için... AHMET CEMAL
15
TARİHSEL GELİŞİMİ İÇİNDE AVRUPA DÜŞÜNCESİ Olaylardan oluşma, sanki hiç değişmeyen bir okya nus görünüm ündeki tarih, gerçekte değişmez bir ritmik yasanın, bir dalgalanma hareketinin içten içe egemenliği altındadır; bu yasa, tarihin dönemlerini m ed ve cezir, öne atılma ve gerileme gibi kategorilere ayırır - tarihi yapan lar insanlar olduklarına ve tarihin ruhsal yasaları da yal nızca tek tek insanların ruhlarını yansıttığına göre, başka türlüsü zaten düşünülem ezdi. Bu ikilem, aslında her biri mizin iç dünyasında egemendir; yaşam diye adlandırdığı mız süreç, hep iki kutup arasındaki bir gerilimden başka bir şey değildir. Bu iki gücü nasıl adlandırırsak adlandıra lım, -ister merkezkaç ve merkezcil, ister m odern ruhbilim doğrultusunda olmak üzere, içedönük ve dışadönük, ya da ahlak anlamında bencil veya başkalarını düşünen diyelim - her zaman ve her yerde bu kalıp içerisinde or taya çıkan, belli bir eğilimdir; başka deyişle bir yandan kendini bir "ben" niteliğiyle dünyadan soyutlama, öte yandan da kendi "ben”i ile dünya arasında bağlantı kurma eğilimidir. Bir yandan "ben" olarak, yani dünyada biricik lik niteliğini taşıyan kişiliğimizle kalmak, bu kişiliği daha da kişisel kılmak amacıyla dünyada var olan her şeyi ken dimize çekmek isteriz. Fakat aynı zamanda da bu biricik lik niteliğini taşıyan benliğimizle dünya arasında bağlantı 17
kurmaya, bireyliğimizi toplum içerisinde eritmeye nere deyse içgüdüsel olarak zorlanırız. Uluslara gelince; onlar da yalnızca kolektif bireyler değil midirler? Bu nedenle uluslar da bu ikili eğilimin, yani bir yandan bireysellikle rini, tinsel ve kültürel kişiliklerini ulusal düzeyde vurgu lamak, öte yandan da aşılanmak ve kendi zenginlikleriy le kişiliklerini başka uluslara aşılamak amacıyla sürekli olarak uluslar üstü toplulukları aramak eğiliminin ege menliği altındadırlar. Kendine çekme ve kendinden uzak laştırma, savaş ve barış, yoğunlaşma ve yayılma eğilimleri tarihin bütün akışı boyunca hep karşı karşıya olmuştur. Tarih boyunca büyük dünyevi ve dinî örgütlenm eler bir oluşur, bir dağılır, düşmanlıkla geçen onyılları ve yüzyıl ları barış ve dostluk yıllan izler; ancak tem elde insanlık, görüş ufuklannın durmaksızın genişlemesi sonucu, hep daha yüksek düzeyde ve daha verimli birleşmelere varma yolunda çaba harcar. Bu eğilimlerden her birinin, yani ge rek ulusçu, gerekse uluslar üstü nitelikteki eğilimlerin, salt varoluşlarından ötürü hem kültürel, hem de fiziksel bir anlamı vardır; devlet ya da ulus diye adlandırdığımız tinsel organizmalar içerisinde biri olmaksızın ötekinin varlığı düşünülem ez. Ve insanlık bağlamındaki yaratıcı gerilimin korunabilmesi için bunlar arasındaki karşıtlığın varlığı da hep zorunludur. Ben bu iki eğilimden yalnızca birini buradaki gözlemlerimin konusu olarak irdelemek istiyorum; burada amacım, yaşadığımız ulusal parçalan mışlık dönem inde özellikle birleştirici öğeyi, insanlığı ta başlangıcından bu yana bütün dil, kültür ve düşünce ay rılıklarını aşarak daha yüksek düzeydeki bir birliğe doğru iten o gizemli Eros'u vurgulamak. Şu anda yapmak iste diğim, Avrupa’nın tinsel gelişimini göz önünde tutarak, iki bin yıl içerisinde bugün büyük bir gururla Avrupa kül türü diye adlandırdığımız o görkemli ortaklığı yaratmış olan sonrasız özlemin, duyguda, düşüncede, dileklerde ve 18
yaşamda birliğe yönelik özlemin kısa bir tarihini sergile mek. İki bin yıl içerisinde dedim. Oysa gerçekte b ü tü nüyle insana özgü ve en son hedef olarak yaratıcı bir or taklığa yönelik bu güdü, bilinen tarihten ta en gerilere, söylenceler dönemine kadar uzanmaktadır. Dünyanın en eski kitabında, Kutsal Kitap’ın ilk insanı anlatan ilk sayfa larında, insanlığın insanlar arasındaki yaratıcı bir birleş meye yönelik özleminin ilk tarihini görkemli bir simge nin kalıbında bulmaktayız. Burada sözünü ettiğim simge, Babil Kulesi’nin yapılışına ilişkin o anlamlı söylencedir. Bu görkemli söylenceyi anımsatmak ve yorumlamak isti yorum: İnsanlar daha o dönemde, yani bilinmeyen tari hin karanlıklarından henüz çıkmışken, ortak bir yapıt uğ runa ilk kez bir araya gelmişlerdi. Başlarının üzerinde gökyüzünü görmüşler ve insan olm alan nedeniyle, insa nüstü ve erişilmez olana daha o zamandan özlem duy muşlardı; bu özlemin etkisiyle birleşip şöyle demişlerdi: "Gelin bir kent ve tepesi gökyüzüne kadar uzanan bir kule yapalım; yapalım ki, adımız sonsuzluğa kadar kal sın.”1 Böylece insanlar insanlık olarak bir araya gelmişler, çamuru yoğurup tuğla pişirerek ilk dev yapıtlarını yarat maya koyulmuşlardı. Kutsal K itap’ta anlatıldığına göre, bulunduğu gök yüzünden bu tutkulu çabayı gören Tanrı, yapıtın ne ka dar görkemle yükselm ekte olduğunu anlamıştı. Kendi eliyle insanoğlunun içine yerleştirdiği ruhun büyüklüğü nü ve insanlığın birliği bozulmadığı sürece ne önüne ge çilmez bir güce sahip bulunduğunu anlamıştı. Ve Tanrı, insanlık yükselip onun, yani Yaradan’ın yalnız başına ege m en olduğu doruklara erişemesin diye, bu yapıtı engel lemeye karar verip şöyle demişti: “Aralarında karışıklık
1. Eski Ahit, "Yaratılış”, 11:4. (Y.N.)
19
yaratalım, öyle ki hiç kimse ötekinin dilini anlamasın.”1 Yine Kutsal Kitap'ta, insanların nasıl ansızın, bir gecede, ortak yapıtlarının başında çalışırlarken, her birinin dili ayn olduğu için birbirlerini anlamaz hale geldikleri anla tılmıştır. Birbirlerini anlamayan insanlar, birbirlerine öf kelenir olmuş, tuğlalarını, malalarını bir yana bırakıp kav gaya tutuşm uş, ardından ortak yapıtlarını ortada bırakıp dağılmışlardır; her biri kendi evine ve köyüne geri dön müş, yalnızca kendi yurduna ve toprağına bakar, yalnız ca kendi ülkesini ve kendi dilini sever olmuştur. Bütün insanlığın ortak yapıtı olan Babil Kulesi ise öylece kal mış, yıkılıp gitmiştir. Kutsal Kitap’ın ilk sayfalarından alın ma bu söylence, insanlığın birliğini koruduğu sürece en yüksek hedeflere bile varabileceği, buna karşılık birbirini anlamayan, anlamak da istemeyen dillere ve uluslara ay rıldığında yapabilecek pek az şeyi bulunduğu düşüncesi nin çok güzel bir simgesidir. Ve belki de-k an ım ıza hangi gizli anıların işlemiş olduğunu kim bilebilir ki!-, insanlı ğın bir zam anlar birlik ve bütünlük içerisinde olduğuna ilişkin platonik bir anı, o en eski zamanlara yönelik, ama bulanık bir düşünce, bunun yanı sıra da insanlığın bir kez başlanmış yapıtı tam am lam ak için yeniden birleşm e sine ilişkin zorlayıcı ve acı kaynağı bir özlem, hâlâ ruhu m uzun bir köşesinde barınmaktadır. N e olursa olsun, birleşik bir dünyaya, birleşik bir insanlığa ilişkin bu düş, bütün edebiyattan, bütün sanattan ve bütün bilgi dağar cığımızdan daha eskidir. Belki bütün bunların bir söylenceden, çocuklara uy gun bir kahram anlık masalından ibaret olduğu söylene cektir. Gel gelegelim -b ü y ü k ruhbilim cim iz Freud’dan öğrendiğimiz üzere- bir insanın her düşünün aslında ör
1. Eski Ahit, "Yaratılış", 11:7. (Y.N .)
20
tük ve edebiyat aracılığıyla çarpıtılmış bir istek olması gibi, söylenceler de aslında halkların, ulusların dilekleri nin bir anlatımından başka bir şey değildir. Düşler ve özellikle de bütün bir ulusun düşleri hiçbir zaman b ü tü nüyle anlamsız sayılamaz. Bu nedenle, tarihöncesine ait bu söylenceleri küçümsemeyi bir yana bırakalım. Çünkü gerçekleşmiş her düşünce, m utlaka daha önce bir düş niteliğiyle varlık kazanmıştır; biz insanların bütün bul duklarım ız ya da elde ettiklerim iz, bir zam anlar yürekli öncülerin bir dilek ya da istem niteliğiyle özlemini çek miş oldukları şeylerdir. Şimdi söylencelerin alanından tarihin binasına gire lim. Başlangıçlar, henüz karanlıklar içerisindedir. Gerek Akdeniz kıyılarında, gerekse doğuda imparatorlukların yükselişlerine ve çöküşlerine tanık oluruz; kimi zaman örneğin Büyük İskender gibi, tek bir insanın iradesi ya da bütün bir ulusun iradesi bir yum ruğa dönüşür, sınırsız bir iktidar olup çıkar, bir sel baskını gibi başka ülkeleri kaplar; ama hareketin bütün amacı bu ülkeleri yağmala mak, yakmak ve yıkmaktır; bu savaşçı dalgalar geri çekil diğinde, ortada yıkımın çam urundan başka bir şey kal maz. Tarihin sabah ışıklarıyla birlikte ortaya çıkmış olan tek tek kültürler, yapıcı, örgütleyici bir güçten henüz yoksundurlar; henüz ortak hedefler düşüncesine hizm et etm em ektedirler; Yunan kültürü bile toplum a birlik dü şüncesinin damgasını vurabilmiş değildir. Yunan kültürü insan ruhu için yeni ve görkemli bir ölçünün yaratıcısı dır; fakat bu ölçüyü o zamanki insanlığın ellerine teslim etmemiştir. Avrupa’nın politika ve düşünce alanındaki gerçek birlik ve bütünlüğü, başka deyişle evrensel tarih dediğimiz tarih, ilk kez Roma İm paratorluğu’yla başlar. Tarihin bu dönem inde tek bir kent, tek bir dil ve tek bir yasa, o zam anın dünyasında yaşayan bütün halkları ve ulusları dâhiyane bir düşüncenin ürünü olan tek bir şe 21
maya göre egemenlik altına alma ve yönetm e iradesine kaynaklık etm iştir - bu, o zamana kadar olanın tersine, yalnızca askerî gücü tem el almayan, fakat yeni bir tinsel ilke tem eline dayanan, salt kendi kendisini amaçlamakla kalmayıp dünyanın anlamlı bir biçim de sınıflandırılma sını öngören bir egemenlik düşüncesidir. Roma’yla bir likte Avrupa ilk ve belki de son kez bir birliğe kavuşmuş tur; son kez diyoruz, çünkü dünya o günlerdeki birlik ve bütünlük içerisindeki düzenine bir daha asla yeniden erişememiştir. Tarihin anılan dönem inde tek bir düşün ce, Britanya’nın sisli kıyılarından M ezopotam ya’nın ya nan çöllerine, Herakles Sütunlarından îskitlerin steple rine kadar uzanan topraklarda yaşayan, düşünce dünya ları henüz bulutlu ulusları, gerçek anlam da sanat ürünü bir ağ gibi sarar. O zamanın dünyasına tek bir yönetim biçimi, para sistemi, savaşma sanatı, hukuk düzeni, tek bir gelenekler dağarcığı ve tek bir bilimsel yöntem ege men olur; bütün diller ise tek bir dilin, Latincenin ege menliği altındadır. Roma tekniğine göre yapılmış yollar da Roma ordularının ardından Roma kültürü gelir; yıkıcı kaba gücü düzen düşüncesinin yapıcılığı izler; kılıçla boşalmış topraklara dil, yasa ve gelenekler, yeni to h u m lar eker. Tarihte ilk kez olarak Avrupa’daki kaos, yerini birlik ve bütünlüğe bırakır; ortaya yeni bir kavram, uy garlık düşüncesi, ahlaki kurallara göre yönetilen bir in sanlık kavramı çıkmıştır. Bu yapının öm rü iki yüz, üç yüz yıl daha sürseydi, ulusların kökleri daha o zaman birbiriyle kaynaşır, Avrupa’nın bugün hâlâ bir düşten öteye gidemeyen birlik ve bütünlüğü sürekli bir gerçekliğe dö nüşür, daha sonra bulunan bütün öteki kıtalar da sözü edilen odak noktası niteliğindeki düşüncenin egemenliği altına girerdi. N e var ki Rom a İm paratorluğu’nun bunca büyük, bunca dünya çapında ve A vrupa’nın özüyle bunca sımsı 22
kı bağlı olması yüzünden, çöküşü de Avrupa kültürünün tarihinde böylesine dev boyutlarda bir ahlaki ve tinsel yıkımın, bir afet ânının simgesi oldu. Imperium Romanum 'un çöküşünden sonra Avrupa’nın tinsel konum u, belki ancak korkunç bir beyin sarsıntısı sonucu her şeyi unutan, bulunduğu olgunluk düzeyinden çocukluğa geri dönm üş bir insanın konumuyla karşılaştırılabilir. Roma İm paratorluğu’nun çöküşüyle birlikte uluslar arasındaki trafik de kesilir, yollar bozulur, ortak dilin, Rom a’nın ör gütçü ruhunun uluslar arasında birleştirici bir öğe ol m aktan çıkmasıyla birlikte kentler de çoraklaşır. Gerek yeni ele geçirilmiş olan yerler, gerekse eski koloniler ina nılmayacak kadar kısa bir sürede bir zam anlar ne olduk larını unutuverirler; sanat, bilim, mimari, resim sanatı, tıp bilimi bir gecede yer sarsıntısının ardından suları ke silmiş kuyular gibi kuruyuverir. Avrupa kültürü bir çırpı da Doğu ve Çin kültürlerinin gerisine düşer. Avrupa’nın o umarsız anlarını anımsayalım: Edebiyat yapıtları yakı lır ya da kitaplıklarda küflenm eye terk edilir. İtalya ve İspanya, Araplardan doktorlar ve bilimadamları çağır m ak zorunda kalırlar, sanatı ve zanaati bir kez daha ve ta başlangıcından Bizanslılardan öğrenmek zorunluluğuyla karşılaşırlar; uygarlığın ustası olan büyük Avrupamız, ken di öğrencilerinden ders almak zorunda kalır! Dev bir m i ras, değeri hiç bilinmeksizin harcanıverir, heykeller kırı lır, yapılar yıkıma bırakılır; su kemerleri dökülür, yollar bakımsızlıktan yol olmaktan çıkar; bu dönem in kendi tarihini anlatmaya yetecek gücü bile artık kalmamıştır; oysa o dönem den dört yüz yıl önce Tacitus, Livius, Caesar ve Plinius, dünyalarının tarihini kendilerinden sonra kilere örnek olacak biçimde anlatabilmişlerdir. Bu trajik an, A vrupa'nın parçalanmışlığının doruğu nu, ortak tinsel gücüm üzün çöküşünün en derin nokta sını, kültürüm üzün başına gelmiş en büyük yıkımı sim 23
geler. O zam anlan düşünmek, dehşet vericidir; her biri mizin sırtımızda taş taşıyarak yaptığımız her şeyin yine böyle bir deprem sonucu yerle bir olabileceği, böyle bir tinsel ve ahlaki kargaşanın öldürücü bir etkiyle yeniden dünyamızı kaplayabileceği korkusunu yarattığı için deh şet vericidir. Ancak bir noktayı unutmayalım: Avrupa, m utlak bir anarşinin yaşandığı o anda bile birlik ve bü tünlük düşüncesini tüm den yitirmemiştir. Çünkü insan lığımızın birliği ve bütünlüğü düşüncesinin yıkılabilmesi olanaksızdır. Bedenimiz nasıl öldürücü mikropların kar şısına kendi kanından ürettiği güçleri çıkarırsa, insanlık denen organizma da tehlike anlarında iyileştirici, kurtarı cı gücü hep kendi kendisinden üretir. Yeryüzünün çöle döndüğü, yıkıcı öğelerin karşısında savunmasız kaldığı o dönemde de insan düşüncesi, yeryüzünün üzerinde yep yeni bir yapı oluşturmuş, Roma İmparatorluğu çökerken insanlığın yapıcı iradesi yeni ve ilki kadar görkemli bir yapıtı, Roma Kilisesi’ni yaratmıştır; bu yapıt, insanlığın dünyevi gücünün bulutlara kadar uzanan bir yansıması gibidir. M adde yıkılıp gitmiş ama ruh kurtarılm ıştır ve inen korkunç dolunun ardından bir tek tohum tanesi, La tince, hayatta kalmayı başarmıştır. Bunun ardından gör düğümüz, m utluluk verici bir tablodur; ruh, maddeden daha güçlüdür; çünkü Roma İm paratorluğu’nun bütün kaleleri çökerken, Latince, ateşten kurtulan bir anka gibi havada kalabilmiştir. Elle yapılmış olan, çöküp gidebilir; düşüncenin bir kez insanlığın birliği ve bütünlüğü uğru na yarattığı ise, zaman zaman toprak altında kalabilir, fa kat asla bütünüyle yitip gitmez. Bu nedenle, bütün Avru pa kültürlerinin anadili olan Latince de o yıkım ânında bile varlığını koruyabilmiştir. Doğal olarak rahiplerin ortak dili kurtarabilm eleri nin tek yolu, bu dilin ürünlerini kavimler göçlerinin yıkı cı öfkesinden kaçırabilmek için manastırların katakom p 24
larında saklamaktı. Latincenin canlılığı, bu karanlık köşe lerde epey gölgelendi. Sıcak bir insan bedenine değme yen incilerin parıltılarını yitirmeleri gibi, skolastiğin katı kuralları sonucu dudaklardan koparılıp yalnızca yazı dili ne dönüştürülen Latince de halklar arasında bir iletişim aracı olabilme gücünü yitirdi. Açık havadan ve İtalya’nın sıcak güneşinden yoksun kalan bu dil, duyarlığından, ber raklığından, zarafetinden ve bir zamanlar o dilde yazmış şairleri bizim için bir m utluluk kaynağı kılan bütün er demlerinden de yoksun kaldı. Artık bu dilde sevilemiyor, şaka yapılamıyor, gülünemiyor, ince ve zarif sözcükler söylenemiyordu; Latince ne dostça m ektuplarda ne de içten söyleşilerde bir iletişim aracı olabiliyordu. Bir za manlar dünyaya ait olan, herkesi birbirine bağlayan bir dil, artık yalnızca bilimin, artes liberales'in olmuş, halkla rın dili olmaktan çıkmıştı - Avrupa çapında iletişim ola nakları birkaç yüzyıl için bütünüyle yitip gitmişti. Bütün düşünce dünyası, tu h af düşlerin ve görüntü lerin dalgalandırdığı, derin bir uykuya dalmıştı. Ancak bu gecenin sonunda parlak bir günün beklem ekte oldu ğu da sezilebiliyordu. Ç ünkü güneşin ışıklarından uzak ta, tanrıbilim in gölgesinde, parşöm enler üstünde donup kalmış olan ortak dile yaşamın sıcaklığını, akıcı konuşm a ların kıvraklığını yeniden kazandırabilmek için girişimler başlamıştı bile. Bir dizi şair ve özellikle de Petraı ca, bir mumyaya dönüştürülm üş olan Latinceye yeniden kan veriyor, onu dünyanın düşünen insanları arasında bir ile tişim aracı, bir tü r klasik Esperanto kılmaya çalışıyordu. Ve sonunda mucize, bir çırpıda gerçekleşiyor, Av rupa'nın henüz bütünüyle gelişmemiş kendi dilleri yü zünden birbirlerinden ayrı düşm üş olan insanları, yeni bir düzenlem eyle ortaya çıkan Latince sayesinde yeni den birbirleriyle konuşmaya, m ektuplaşm aya ve birbir lerini anlamaya başlıyorlardı. Ülkeler arasındaki sınırlar 25
ortak dil sayesinde bir kanat çırpışıyla aşılıveriyordu; hü manizm çağında bir üniversite öğrencisinin Bologna'da, Prag'da, O xford’ta ya da Paris’te bulunması, önem taşı mıyordu; çünkü nasılsa kitapları Latinceydi ve üniversi te hocalarının hepsi de nasılsa Latince konuşmaktaydı lar. Avrupa’nın bütün düşünen insanları, artık tek bir konuşma, düşünm e ve davranış biçimini paylaşıyorlardı. Rotterdamlı Erasmus, Giordano Bruno, Spinoza, Bacon, Leibniz, Descartes - bunların hepsi de kendilerini aynı cum huriyetin -büyük bir bilginler cum huriyetinin- va tandaşları saymaktaydılar. Avrupa yine ortak bir eylem uğruna, yeni bir uygarlık anlayışının geleceği uğruna ça ba harcadığını duyumsamaya başlamıştı. Bütün ulusların düşünürleri birbirlerini ziyaret ediyor, kitaplarını birbir lerine sunuyor, birlikte -e n sonunda, yine birlikte!- dö nemin sorunlarını tartışıyorlardı. Posta arabalarının ve yelkenli gemilerin ağır tem posuyla şaşırtıcı ölçüde kar şıtlık yaratan bir hızla bilgi ve yapıt değişimini gerçekleş tiriyorlardı; farklı uluslardan gelmeleri, Hollandalı, Al man, İtalyan, Fransız ya da Portekizli Yahudi olmaları ise hepsinin de göze görünm eyen bir Avrupa Parlamentosu ’nun üyeleri olmaları, bütün yeni buluşları, düşünce nin yeni fetihlerini çatısı altında toplayan ortak bir m ira sı yönetm ekle görevli bulunm aları olgusu karşısında bir önem taşımıyordu. Terentius’un kaybolmuş bir kom edi si İtalya’nın ücra bir köşesinde yeniden bulunduğunda, konuyla ilgilenenler İngiltere’de, Polonya'da ya da İspan ya’da sanki çocukları olmuş ya da bir servete kavuşmuşçasına birlikte sevinç çığlıkları atıyorlardı. H üm anizm in bu uluslar üstü im paratorluğunda, politik ve toplum sal kavgaları umursamaksızın, sanatsal bir tutkuyla bütün sınırların ötesine geçen bu seçkinler iktidarının egem en liğinde, Roma İm paratorluğu’ndan bu yana, uzun bir ya bancılaşma dönem inin ardından yine ortak bir Avrupa 26
düşüncesinin yaşatılabileceği kanıtlanıyordu; kendini yeniden bulmuş olmaktan kaynaklanan bu duygu, bütün düşünürleri ateşli bir esriklikle canlandırıyordu. Yeni bir özgürlüğün tadına varmakta olan bütün bu insanlar, an sızın dünyanın daha bir büyüdüğünü ve zenginleştiğini duyumsamaya başlamışlardı; Antikçağ’m en eski dili ko nuşan ruhu, yontularda somutlaşmış olarak toprağın al tından çıkıyordu; denizler eski kıtalara ulaşıyor, kitap ba sımı tekniğinin bulunması, sözü, görünmeyen kanatlarla o zamana kadar asla hayal edilememiş bir üretkenlikle yayıyordu. Dünyanın ufkunun genişlemesi her zaman düşünen insan için m utluluk kaynağıdır; aynı şey o dö nem de de oluyor, en kalıcı görünüm ünü Rönesans diye adlandırdığımız o güç, m utluluk ve yaşama sevinci coş kunluğu, sözcüğün tam anlamıyla bir yeniden doğuş ola rak doruğuna varıyordu. Bu tinsel düzeydeki Avrupalılığı gıpta ederek övm e miz gerekir; çünkü bu konum uzun süren bir savaşlar dönem inden, başka deyişle acımasızlık ve yabancılaşma dönem inden sonra Avrupa hüm anizm inin doruk nokta larından birini oluşturmaktadır. O zam anın Avrupası’nın yazar ve şairleri, düşünürleri, sanatçıları, coğrafi bakım dan aralarında binlerce milin, haftaların ve ayların bu lunmasına karşın, uçakların, trenlerin ve otomobillerin çağı olan zamanım ıza oranla birbirlerine çok daha bağlı yaşamaktaydılar. Rönesans’la birlikte Babil Kulesi’nin yapıldığı, başka deyişle insanların birbirlerine en yüksek düzeyde güven duydukları an geri dönm üş gibidir. Ne var ki, tıpkı gelgit hareketlerinin birbirlerini kaçınılmaz olarak izlemesi gi bi, böyle coşku dolu kardeşlik anlarını da parçalanm anın ve yıkımın öğeleri izler. İnsan doğasının yaşamını karşıt lıklar olmaksızın sürdürebilm esi olanaksızdır. Bu neden le Avrupa, dorukların en yükseğinden yine uçurum ların 27
en derinine yuvarlanır. Avrupa’yı bin yıldan fazla bir sü re boyunca bir arada tutm uş olan Katolikliğin birlik ve bütünlüğü bozulur, din savaşları dönem i başlar; Reform, Rönesans’ı yıkar. Rönesans’la birlikte yeniden yaratılan Latincenin, Avrupa’nın bu son ortak dilinin egemenliği de son bulur. Avrupa düşüncesi yeniden yarım kalmış bir yapıta, başlanmış ama sonradan unutulm uş bir anıta dö nüşür. İtalya topraklarında Antikçağ’ın yeniden keşfiyle birlikte uluslar, yepyeni bir güç kazanmışlardır; böyle durum larda hep görülegeldiği gibi, bu kez de güç, gurura dönüşür. Artık uluslardan her biri politika ve sanat ala nında tek başına iktidar sahibi olmak, kendi dilinden kay naklanan bir edebiyatı yaratmak, bunları Antikçağ’daki örnekleriyle eşdeğer düzeyde oluşturm ak istemektedir. İtalya’da Tasso ve Ariosto, Fransa’da Ronsard, Corneille ve Racine, İspanya’da Calderön, Cervantes ve Lope de Vega, İngiltere’de M ilton ve Shakespeare bu sanatçılara örnektir; görkemli bir yarışma başlamıştır; sanki her Av rupa ulusu, tarihin yüce m ahkem esi önünde kendini ye niden bulup göstermeyi, Rom a'nm ardından dünya ede biyatı alanında önderliği üstlenmeyi görev bilmektedir. Ulusal güç bilincinin ilk ve henüz savaşçı olm aktan uzak görünüm ü olan edebî ulusçuluk, artık doğm uştur; bu nun sonucunda Rönesans’ın sonundan Fransız İhtila lin in başlangıcına kadar geçen iki-üç yüzyıl boyunca, hüm anizm dönem inde sanat alanında onca görkemli bir biçimde boy vermiş olan kardeşlik ruhu, hem en b ü tü nüyle sönüp gider. Ancak, başlangıçta da belirttiğim gibi, bağlanma ve birleşm e içgüdüsü, insan ruhunun hep var olan bir bölü m üdür ve ruhum uzun ta derinlerinde yer etmiş olan her hangi bir şeyi sürekli bastırabilmek, olanaksızdır. Dünya tarihinde yalnızca aralar vardır; bitişlere ise rastlanmaz; daha yüksek düzeyde bir ortaklık kurm a güdüsü, tinsel 28
sevginin gücü hiçbir zaman duraklamaz; olan, yalnızca bunların dile getiriliş biçimlerindeki değişikliklerdir. Bu sayılanlar, simgesel biçimlerini ilk kez Roma uygarlığın da ve bu uygarlığın dilinde, ardından dinde, daha sonra hüm anizm akımında, yeni Latincede ve bu dille yaratı lan bilim de bulmuşlardır. Dildeki birlik ve bütünlüğün, İtalya, İspanya, Fransa, İngiltere ve Almanya'da uyanan ulusal diller aracılığıyla yıkılışından sonra, ortaklık duy gusu kendine yeni bir kalıp arar ve aradığını -dillerin üzerinde yeni bir dil olan- m üzikte bulur. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda artık şairlerle yazarlar, tanrıbilimciler, bilgin ler değil, fakat m üzik sanatçıları Avrupa’nın birlik ve bü tünlüğünün bayraktarlığını, kozm opolitizm in en değerli temsilciliklerini yaparlar; bu sanatçılar büyük bir kardeş lik içerisinde yaşayan tek bir aile oluştururlar. İtalya’da, stile nuovo içerisinde M onteverdi ve Palestrina bu yeni ve o zamana değin pek becerikli kullanılamamış duygu diline parlaklık ve büyüklük kazandırır kazandırmaz, Avrupa bu noktayı duyumsayıverir; bu, herkesin yeni den birbiriyle anlaşmasını sağlayan bir dildir. Bunun üzerine bütün ülkelerden sanatçılar zaman yitirmeksizin birleşirler. Nerede, hangi dilde ve hangi ülkede etkinlik gösterdikleri, önemli değildir, ubi ars, ibi patria'. Nerede m üzik yapma fırsatı bulurlarsa, orası vatanlarıdır; bu ko nuda uluslar birbirlerine sınırsız bir konukseverlik göste rir. M üzik sanatçıları, XVII. ve XVIII. yüzyılların dünya yı dolaşan gezginleri, halklardan halklara giden elçileri dir. Bu konuda ülkeler arasındaki trafiği anım samamız yerinde olur: Yaşlı Heinrich Schütz, Gabrieli’den bir şey ler öğrenebilm ek için İtalya’ya gelir; Händel, Napoli ve Londra'da, Gluck ise bazen Viyana’da, bazen de Paris’te I.
I. (Lat) N erede sanat, orada vatan. (Ç.N .)
29
yaşarlar. Koyu Protestan olan Bach’ın oğullarından biri M ilano’ya, öteki ise İngiltere'ye yerleşir. AvusturyalI Mo zart, on dört yaşındayken Bologna Akademisi’ne alınır; Don Giovanni, Cosí fan tutte, Figaro'nun Düğünü gibi en ünlü yapıtlarından opera sanatının ölüm süz göklerine İtalyanca sözler yükselir. Ancak bütün bu Almanların ve öteki yabancıların bütün dünyadan İtalya’ya gelmeleri gibi, İtalyan ustalar da Avrupa’nın bütün kentlerine da ğılırlar. Porpora Londra’ya ve D resden’e, Piccini ve C he rubini Paris’e, Jomelli S tuttgart’a, Caldara ve Salieri Viyana’ya, Cimarosa ise Petersburg'a giderler; Cim arosa’nın ölümsüz yapıtı Gizli E vlilikV iyana’da kaleme alınmıştır; aynı Viyana’da Metastasio, bütün dillerden gelme m ü zisyenlerin operaları için m etinler yazmaktadır. Bu bü yük kozm opolit hanedan, kendi içerisinde egemen kar deşlikten büyük bir gurur duyarak ve bütün ülkelerin, dillerin, ulusların üzerinde kalarak yaşamaktadır. Händel, M ozart, Haydn, Gluck, Spontini, operalarını kimi za man Fransızca, kimi zaman İngilizce ve Almanca, kimi zaman da İtalyanca m etinlerin üstüne kurmaktadırlar; m ektupları ise kullanılan diller bakım ından alacalı bir görünüm dedir; birbirleriyle tartışm aları, kullandıkları farklı dillerden değil, fakat doğrudan sanatlarından kay naklanmaktadır, çünkü bütün bu sanatçılar, insani duy guları dile getirme hedefinde birleşmişlerdir - hepsi de tek bir Tann’nın rahipleri, tek bir ortak yapıtın hizm et kârıdırlar. G örüldüğü gibi, halkları birbirine iten bu hareketin ritm i hiçbir zaman kesilmemektedir. Aralar ve durakla m alar olmaktadır; ama bunun nedeni hep daha büyük bir güçle, farklı bir tonda yeniden bir atılım gerçekleştir mektir. Avrupa halklarının kültürel açıdan uyanm aların dan bu yana, coğrafi Avrupa’nın üzerinde hep tinsel bir Avrupa da yer almaktadır; birlik ve bütünlüğün bayrak 30
tarlığını yapan, her zaman sanatın ve bilimin farklı bir türü olmaktadır; ne var ki kaba güç her defasında bu kardeşlik ruhuna ağır darbeler indirmektedir. Ö nce ihti lal, ardından Napoléon Savaşları halk ordularını yarat makta, böylece de anavatan düşüncesini artık yalnız hü kümdarlara değil, aynı zamanda halka da ait bir düşünce olarak sergilemektedir. Bunun sonucunda sanat ve dü şünce de bütünüyle ulusallaşmaktadır. Yeniden bir geri leme başlamıştır; Beethoven ve Schubert’te, onlardan daha yoğun düzeyde olmak üzere Wagner, Chopin, Mus sorgsky, Rossini ve Verdi’de müzik, o zamana kadarki uluslar üstü karakterinden sıyrılıp ulusallaşır; aynı du rum felsefede ve bir vatan edebiyatına dönüşen edebi yatta da görülür; bir ölçüde günüm üze değin süregelen durum , başka deyişle tinsel özerklik ve bilinçli, tek yanlı ulusçu ayrıksılık durum u artık başlamıştır. Özellikle kaba güç yoluyla bir yabancılaşmaya yol açıldığı o anda büyük bir ses yükselir ve bir peygamber gibi, şu kehanette bulunur: "Ulusal edebiyatların zam an ları geride kaldı, şimdi dünya edebiyatının zamanıdır." Kimdir bunu söyleyen? Kendi diline değer vermeyen, içinde ulusçuluğu hiç barındırm ayan, kendi halkına sev gi ve anlayış duymayan, bir fuoruscito, kendi vatanından sürülm üş, kovulmuş biri midir? Hayır, bunları söyleyen, Alman şairlerinin en büyüğü olan G o ethe’dir. Bu düşü nür, yaşlandığı ve ufku aydınlandığı ölçüde enginleri ge reksinir. Alman dünyası, yalnızca bir A lm an’ın bakış açı sı, bakışlarını bütün dünyada gezdiren G oethe için çok dardır; bu nedenle Almanlara özgü bakış açısına bir de Avrupalılık bilincini ekler ve Almanya'yı en iyi temsil eden şair olmasına karşın, bütün halkların ruhuna birden sahipmiş gibi düşünm eye çalışır. G oethe -bugün konuşuyorm uşçasına- şöyle der: "H er yerde yeni vatanların yaratılmaya çalışıldığı bu anda bağımsız düşünebilen 31
için, yaşadığı zamanın üzerine çıkabilen için vatan, hem hiçbir yerdedir, hem de her yerdedir." G oethe’nin ger çekliği kapsayan, aynı zamanda da geleceği sezebilen dü şünce evreni, trenlerin ve uçakların henüz ancak çocuk lara özgü düşler sayıldığı bir dönem de ulusların tekniğin ilerlemeleri sayesinde birbirlerine çok daha yaklaşacakla rını bilmiştir. "Kavramlar ve duygular dünyasındaki ser best alışveriş, tıpkı ticari alandaki mal trafiği gibi, insanla rın zenginliğini ve esenliğini artırır. Bunun şimdiye kadar gerçekleşememiş olmasının nedeni, bu alanda kesin yasa ların eksikliğidir ve bu eksiklik uluslararası alandan kay naklanmıştır.” Bu derin anlamlı, bilgece, söyledikleri ça ğın ötesine işaret eden sözler, daha XIX. yüzyılın ilk on yıllarında onaylanacaktır; çünkü bu onyıllar içerisinde Avrupa’da -G o e th e ’nin neredeyse kokusunu aldığı- belli ortak akımlar boy göstermeye başlar. Daha önce, XV., XVI., XVII. ve XVIII. yüzyıllarda edebiyat ya da sanat alanında bir halkın bir başka halkı etkilemesi onyıllar al m ıştır—bu konuda Shakespeare’in ancak yüz elli yıl sonra bir başka dile ilk kez çevrilmiş olduğunu anımsayalım-; oysa XIX. yüzyılın başında, tarihte ilk kez ortak bir akın tı, Avrupa'nın ortak kanallarından geçmeye başlamakta dır. Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da ve İngiltere’de yaşa yan insanlar belli özdeş tutum lar sergilemektedirler; ilk kez XIX. yüzyılda, Avrupamız’da belli kolektif duygular ve eğilimler ortaya çıkmaktadır. Bir Byron’ın, Shelley’in, H ölderlin’in, Puşkin’in ve Mickievvicz’in lirik kötüm ser liklerinin aynı zam an diliminde bütün ülkelerde benzer biçim de dile getirilmesi ya da -d ah a önceki dönem lerde politik gelişmelerin başka yerleri etkilemesi onyıllar ve yüzyıllar alırken- 1848 yılında aynı politik patlam anın her yerde aynı zamanda gerçekleşmesi, rastlantı değildir. Avrupa, ilk kez XIX. yüzyılda belli durum ları bir bütün olarak, özdeş biçim de duyup yaşamakta; ortak Avrupa 32
ruhu denebilecek bir şeylerin oluştuğu ulusal edebiyatla rın ve ulusçu düşünce sisteminin üzerinde kalan bir dün ya edebiyatının, bütün Avrupa’yı kapsayan bir düşünm e biçiminin, bir insanlık düşüncesinin göverdiği ilk kez sezilmektedir. Bir tinsel olgu bir kez saptandıktan, tinsel bir süreç bir kez açığa çıktıktan ve zorunlu sayıldıktan sonra, bu süreci yoğunlaştırmak, hızlandırmak, daha çabuk ger çekleştirm ek için gerekli olan güç de hem en oluşur. Avrupa’da tinsel bir birlik ve bütünlüğe daha önce de, belli zaman dilimleri için geçerli olmak üzere, tanık olunm uştu; ama bu, daha çok belli kardeşlik duyguların dan, kozm opolit nitelikte bir duyum sam adan, geçici ko num lardan ibaret kalmıştı —"Avrupa Birleşik Devletleri" düşüncesinin politik, aynı zamanda da politikalar üstü bir istem e dönüşmesi ise ilk kez XIX. yüzyılın sonların da olur. Avrupa kıtasının bütün ülkelerinin ekonom ik ve tinsel bir bütün içerisinde birleşmeleri, tek bir organiz ma oluşturmaları gerektiği düşüncesi, ancak elli yıllık bir geçmişe dayanan bir düşüncedir. Yeniçağ’m düşünürleri arasında ilk olarak Nietzsche, bilinçli ve kararlı bir tu tum la, Avrupa’da “anavatancılığa” son verilmesini, yeni ve uluslar üstü bir ulusal bilinci, “Yeni Avrupa”ya ait bir vatan duygusunun oluşturulm asını savunmuştur. Zam a nının düşüncesinin trajik denecek kadar ilerisinde olan Nietzsche için Avrupa’nın -ü stten bakışıyla, kendisinin alaylı ifadesiyle "Asya'nın bu küçük yarımadasının”- ni hayet bir birlik ve bütünlük oluşturması zorunluluğunu tartışm a konusu yapmak bile gereksizdir. Bu konuda şöyle der Nietzsche: "Halkların arasına ulus ayrımının düşmanlığını sokmuş ve hâlâ da sokmakta olan o hasta lıklı yabancılaşma yüzünden, ayrıca dar görüşlülük poli tikasıyla, ulusları birbirinden ayırmasının ne denli yü zeysel bir politika olarak kalmaya yargılı olduğunu bir 33
türlü anlayamayan el çabukluğu politikası yüzünden, evet, bütün bunlar yüzünden şimdi Avrupa'nın birleşmek is tediğini gösteren en belirgin işaretler bile ya görmezlik ten gelinmekte ya da kasıtlı olarak yanlış yorum lanm ak tadır.” Belki bu noktada, gerçeğin bu filozofun görüşleri ni acımasız bir biçimde yalanladığını söyleyenler çıka caktır; çünkü bu sözlerden çeyrek yüzyıl sonra, özellikle sözü edilen uluslar arasında insanlığın tanık olduğu en korkunç savaş patlak vermiştir. Ne var ki Nietzsche, ken di görüşlerinin doğruluğundan kuşkuya düşmeksizin, bu son olasılığı da önceden hesaba katmıştı: "Avrupalı insa nın oluşma sürecinin tem posu, büyük gerilemeler nede niyle zaman zaman ağırlaştırılabilir; ancak belki de bu yüzden sözü edilen süreç, daha bir yoğunluk ve derinlik kazanacaktır.” Düşüncelere gerçekten inanan insan, bu düşünceleri çürütüyorm uş gibi gözüken tek tek olgular yüzünden yolundan dönm ez, çünkü gerekliliği b ü tü nüyle kavranabilmiş bir düşünce, önüne geçilmez bir vu rucu gücün taşıyıcısıdır; belki de Avrupa düşüncesine Nietzsche’nin istemiş olduğu, G oethe’de ise henüz rast lanmayan "coşku ve derinliği” kazandıran, savaş denilen o trajik olay olmuştur. Birkaç yıl sonra büyük şair Emile Verhaeren, şiirlerinde aynı coşkuyla ortak bir Avrupa ır kı duygusunu dile getirmiştir. İki dil arasında, birbirleriyle yüzyıllardır savaşan iki büyük ulus arasında yaşayan bu Belçikalı şairi, okyanusun öteki ucunda W alt W hit m an adlı bir şairin Americano'yu geleceğin insanı olarak selamlaması derinden etkilemişti. W alt W hitm an, kendi ulusunu, yani Amerikan ulusunu geleceğe yönelik ve yeryüzünde tinsel egemenlik kurması gereken tek ırk di ye ilan etmişti. Avrupalı Verhaeren, gururuna dokunan bu sözler karşısında yanıt verm e zorunluluğunu duydu. G erçekten de Avrupa’nın tek yapabileceği şey teslim mi olmaktı? Hayır, asla! Bu coşkulu genç, iki bin yıl boyun34
ca dünyanın bütün büyük düşüncelerinin yoğrulduğu, Latin, Germ en, Anglosakson, Slav, Alman, kısacası b ü tün ulusların kanından ve ruhundan oluşma o görkemli bütünün yaratıldığı bir döküm hane olan Avrupa'nın artık tahtından feragat edip kılıcını ve asasını daha genç m i rasçılara teslim etm ek zorunda olduğunu kabullenemiyordu. Avrupa’nın misyonu sona ermişçesine ve artık tek kurtuluş D oğu’dan ve Batı'dan gelebilirmiş gibi "Av rupa’nın çöküşü’ne ilişkin budalaca söylentilerin çıkarıl masından acı duyuyordu. Verhaeren, Avrupa’nın canlılı ğına ve tükenm em iş gücüne -tıp k ı bugün bizim de inan dığımız gibi- inanıyordu; biz Avrupa uluslarının dünya nın lideri olma ve bu liderliği korum a m isyonum uzun bulunduğuna inanıyordu - elbet bunun koşulu, ırkları mızın ve sınıflarımızın gücünü kısır kavgalarda tüket m ek ve azaltmak yerine, coşkulu bir ortaklıkla pekiştir mekti. Verhaeren, Avrupa’nın ulusları arasındaki bu bir leştirici öğenin kaynağı olarak coşkuyu ve karşılıklı başa rılarımıza göstereceğimiz, özgür düşünce ürünü hayran lığı görmüştü. Si nous nous admirons vraiment les uns les autres Du fond même de notre ardeur et notre foi Vous, les penseurs, vous, les savants, vous, les apôtres Pour les temps qui viendront, vous extrairez la loi.1 Bizler, yani Avrupa’da yaşayanlar, aramızda hiçbir karşıtlığa, hiçbir üstünlüğe yer vermezsek, bütün önyar gılardan arınmış olarak halktan halka değişebilecek birey sel üstünlüklere hayranlık duyabilirsek, o zaman bütün
1. (Fr.) Birbirimize sürekli bir hayranlığı bağışlarsak eğer, / Yüreklerimizin en derinindeki ateş ve inançcan, / O zaman sizler, düşünürler, bilginler, siz usta lar, / Sizler bulacaksınız gelecek zamanların kurallarını. (Ç.N .)
35
zamanların tarihi boyunca hep belirleyici olmuş o tinsel güce erişebiliriz. Avrupa’nın insanları ve eski kültürlerin mirasçısı olan bizler, önderliğimizi korum ak ve oluştu rulmasına iki bin yıl önce bu topraklarda başlanmış olan yapıtı tam am lam ak istiyorsak, birleşm ek zorundayız. Yapmamız gereken şey, bütün farklılıklarımızı ve kıskanç lıklarımızı, ortak geçmişimize bağlılık ve ortak geleceği mize inanm ak diye nitelendirebileceğimiz daha büyük bir hedefe yönelik tutkuda eritmektir. Savaştan kısa süre önce, düşüncede ve eylemlerde ortak bir Avrupa ideali yola çıkm ıştır bile. Bu ideali bir filozof aklından kaynaklanan inancıyla, lirik bir şair de ateşli coşkusuyla dile getirir; yine o yıllarda "Avrupa Bir leşik Devletleri" düşüncesi bir başka büyük yapıtta, Romain Rolland'ın Jeatı-Christophe'unda da savunulur. Bu yapıtında yazar, bütün halkların seslerini büyük bir sen fonide birleştirm ek, tıpkı O rpheus gibi, çatışkıları m üzi ğin ruhuyla yatıştırm ak çabasındadır. Kitapta Rolland, kahram anına şu hüzünlü sözleri söyletir: B u g ü n ü n A v ru p a s ı’nın a rtık h iç b ir o rt a k kitabı yo k; o rta k n e b ir şiiri, n e b ir d uası, n e d e h e r k e s e o rtak, in an çtan kayn aklan an b ir e y le m i var; bu, za m a n ım ızın b ü tü n san atçıları için yıkım la eşan lam lı o lm ası g e re k e n b ir u tan çtır. H e r k e s için yaza n , h e r k e s için d ü ş ü n e n te k b ir insan bile yok.
Jean-C hristophe’un amacı, b u eksikliği gidermektir; o zamana kadar bu türden yapıtların yaratılmasını güç leştirmiş olan karşıtlıklar, burada birleştirici bir öğeye dönüşür. Roman, karşılıklı anlayışın, her ulusun tinsel alanda öteki uluslara olan borcunu ödem ek amacıyla karşılıklı eğitme eyleminin kurallarını içeren bir kitap olarak düşünülm üştür. Jean Chirstophe, bir A lm an’dır; 36
yalnızca ülkesinin sınırlan içerisine kapanıp kalmış oldu ğundan, başka halklan, başka ulusları anlamaz. Paris’e gittiği zaman her şey kendisine yabancı, yalancı, budala ca, anlamsız gözükür, ama günün birinde karşısına çıkan Fransız arkadaşı Olivier, ona Fransız kültürünün özellik lerini derinliğine anlayabilmenin yollarını gösterir. Böylece her biri, kendini öteki aracılığıyla eğitmeye koyulur; Alman gücü, Fransız zekâsından ders alır, yaratıcı eylem, yaratıcı düşünceyle ittifaka girer. Gelgelelim AlmanyaFransa, yalnızca ikili bir ezgidir ve en üst düzeydeki ar moni -Roland, bunu duyum sam ıştır- henüz gerçekleşe bilmiş değildir; böylece Grazia'nın kişiliğinde üçüncü bir ülke, çemberi simgesel olarak kapatır; Alm anya’nın bulanık gücüne, Fransa’nın aydınlığına İtalyan dehasının olgun güzelliği eklenir. “İtalya’nın gülümseyen gökyü zü", ansızın savaş alanının üzerinde belirir ve atmosferi altın ışıklarına boğar. Kitabın senfonisi, müzikal ve insani çözüm ünü ilk kez İtalya’da bulur. Jean-Christophe, ben liğinde bu üç ulusun ruhunun yoğrulması sonucu bir Avrupalı olm uştur; böylece gururu aklın egemenliği altı na sokan iç özgürlüğe ve adalet anlayışına erişilmiştir. Burada savaştan önceki dönem de m utlak bir bilinç le Avrupa’nın birliğinin zorunluluğuna atıfta bulunm uş olanlar arasından yalnızca üç yapıtın ve üç insanın sözü nü ettim . Bunların dışında daha pek çoklan çekingen bir tutum la ve alçak sesle bu inancı paylaşmışlardır; özellik le yüzyılımızın başında, trafiğin gittikçe sıklaşmasıyla, henüz savaşlarla yıpranm am ış ülkelerin artan zenginlik leriyle birlikte Avrupa’da geleceğe um utla bakan, iyim ser bir atm osfer yayılmaya başlamıştır. İnsanlık, o büyük birleşm e anlarında içinde hep dinsel bir coşkuyu da du yar; böyle yoğun anlarda hep uzakta olan yakınmış, erişilemez olan elde edilmiş gibi gözükür. Bu nedenle bizler de yeni bir yüzyılda yetişmiş, bütün ülkelerde, Fransa’da, 37
İngiltere’de, İtalya’da, İspanya’da ve Kuzey ülkelerinde dostlar edinmiş, bu dostlarla ortak eylemler içerisinde birleşmiş, içinde yaşadıkları zamana inanan gençler ola rak "Avrupa Birleşik Devletleri’ni gerçekleşmiş bir olgu olarak duyumsamıştık; bu duyumsama bile bizi m utlu etm eye yetmişti. Özellikle Avrupa’nın birliğine, bir kut sal kitaba inanırcasına gönül vermiş olan bizim kuşağı mız, bütün um utların yıkımını, Avrupa ulusları arasında çıkmış en büyük savaşı yaşamak gibi bir yazgıya uğradı; tinsel dünyamızın Roma'sı bir kez daha yıkıldı; Babil Ku lemiz, bir kez daha bütün çalışanlarınca terk edildi. Bu ayrılığın uluslar arasında nasıl bir kargaşaya yol açtığını hepim iz bilmekteyiz. O yılların yıktığı köprüle rin hepsi bugün bile yeniden kurulabilmiş değil; bütün ülkelerde ortaklık ve kardeşlik düşüncelerine karşı çıkan geniş çevreler günüm üzde de var. Ama yine de -bilgile rimizin ve isteklerimizin ötesinde olmak ü ze re - çok tu haf bir şeyler olduğu söylenebilir; bugünkü tinsel konu m u belirtm eye çalışmam gerekirse, diyebilirim ki, günü m üzde Avrupa’nın birleşm esine yönelik bir güdü, insan lardan çok nesnelerin içerisinde canlılığını korur gibi. Sanki yazarların ve şairlerin, bilimadamlarının, filozofunkinden farklı bir ruh, kişisel olm aktan uzak bir ruh, dünya çapında anlaşma ve birleşm e için çaba harcıyor. Bunun, yüzyılımızın teknik ruhu olduğu söylenebilir. Bu ruh, şimdiye kadar bilinenlerden farklı bir biçim de orta ya çıkıyor. D em ek istediğim, bunun bireyden çözülmüş, herkese ait bir ruh olduğudur; şim dilerde dünyamızı bi çimleyip değiştiren teknik ilerlemelerin çoğu, birkaç is tisna dışında, gerçekten de anonim , kolektif edim lerden oluşm akta. Bugün dünyanın birleşmesi doğrultusunda çalışmakta olan teknik ruh, insanın olm aktan çok insan lığın bir düşünm e biçimi. Bu ruhun yurdu, insanların konuştuğu herhangi bir dili yok; form üller aracılığıyla 38
düşünüyor, sayılarla hesap yapıyor, makineler yaratıyor; bu makineler de, neredeyse irademize karşı çıkarak bizleri dış görünüş bakımından gittikçe daha çok birbirim i zi andırdığımız bir kalıba sokuyor. Sanatın yeni biçimle ri gittikçe artan ölçüde ulusallıktan sıyrılıp halklar ve uluslar arasında doğrudan Avrupa çapında bir ortaklık yaşantısına dönüşüyor. O rtak tekniğimizin mesafeleri kı saltmasından bu yana zam anda ve uzam da ister istemez yakınlaşıyoruz. Uçak, uzaklıklarımızı silip süpürüyor; rad yonun düğmesini bir m ilim etre çevirmemizle birlikte kulaklarımızın bir dakikada Londra’da, Moskova’da, Rom a'da ve M adrid’de olabilmesi ise düşünülebilecek en fantastik yolculuk olm uyor mu? Teknik ilerlemeler saye sinde daha önceki kuşakların düşünme, düşlem e cesare tini bile gösteremeyeceği bir eşzamanlılığa ulaştık. Bir ulus için önemli olan bir şey, daha bir soluk alıp verme eylemi son bulmadan bir başkasına iletilebiliyor; duygula rımızın bu kolektifleşmenin bütünüyle uzağında kalma sı ise artık düşünülebilecek bir şey değil. Tekniğin ruhu nun başarıları bizleri her yıl önüne geçilmez bir güçle birbirim ize biraz daha itiyor; sonrasız, değişmez nitelik teki o bireysel doğa ile ulusları kıskançlıkla bağımsızlığa iten o iç güç olmasaydı, çoktan bir bütün içerisinde bir leşmiş olurduk. Ö te yandan karşı güçler, yani ulusçu güç ler de içinde yaşadığımız gerilimden ötürü çok yoğunlaştı; basınç, direncin artması sonucunu doğurdu; bu nedenle ulusçulukla evrenselcilik, devlet ile devletler üstü Avrupa devleti arasındaki kavga sorunu özellikle içinde bulundu ğum uz zaman dilim inde tarihin dram atik bir noktasına tırm anm ış durum da. Buraya kadar daha önce, yüzyılların akışı boyunca birbirine karşıt iki akımın, ulusçuluk akımıyla uluslar üstü ortaklık iradesinin m ed ve cezir gibi belli bir ritim içerisinde nasıl birbirlerinin yerini aldıklarını gösterm e 39
ye çalıştım. G ünüm üzde ise bu iki akım, ilk kez geleceği belirleyecek, m utlak nitelikte bir karşıtlık konum una girdi. Avrupa'da devletlerin kendilerini birbirlerine karşı kapamaları hiçbir zaman bugünkü kadar geniş kapsamlı, kararlı, bilinçli ve örgütlü olmamıştı. H er devlet yasal düzenlemeler, ekonomik önlem ler ve özerklik aracılığıy la kendini ötekiler karşısında zorla izole bir konum a ge tiriyor. Ancak bunu yaparlarken, hepsi de Avrupa ekono misinin ve Avrupa politikasının ortak bir yazgı olduğu nu, ortak bir dünya bunalım ı karşısında hiçbir devletin kendini başkalarına kapatarak işin içinden sıynlamayacağını iyi bilmekte; çünkü Faust'un tragedyasında dile getirilmiş olduğu üzere, sıkıntı ve kaygılar, kapılar kapa tılsa bile bu kez anahtar deliğinden içeri sızar. Ulusçu lukla uluslar üstü görüş, artık kıran kırana son güreşlerini yapmaktalar; artık sorundan kaçmak diye bir şey söz ko nusu değil ve Avrupa devletlerinin bugünkü ekonomik ve politik düşmanlıklarını sürdürm eyi mi, yoksa bu b ü tün güçleri tüketici çatışmayı devletler üstü bir örgüt lenm e aracılığıyla kesin bir sonuca ulaştırmayı mı yeğle yecekleri en yakın gelecekte belli olacak. Ö yle sanıyo rum ki bugün karşıtlıkların sürtüşm esinden kaynaklanan elektriklenm eyi hepim iz her yerde ve ta sinir uçlarımıza kadar duyum sam aktayız; iki eğilimden birinin gelecek yıllara kesinlikle egemen olacağını seziyoruz. Zafer, han gisinin olacak? Avrupa kendi kendini yıkmayı m ı sürdü recek, yoksa birlik ve bütünlüğü m ü yeğleyecek? Belki de çoğu kimsenin istediğinin aksine, şunları söyleyeme yeceğim için şim diden özür dilerim: Sonunda akıl galebe çalacak ve pek yakında egemenliğini kuracak; yarın, öbür gün artık savaşların, türlü türlü politikaların, yıkıcı nef retin bulunm adığı, birleşik bir Avrupa'da yaşamaya baş layacağız; evet, kendim de bütün bunları vaat etm e cesa retini bulam ıyorum . Böylesine sakıngan olmamdan ö tü 40
rü özür dilerim. N e var ki çeyrek yüzyıldan bu yana po litika alanında hep akla aylan olaylan görmüş olan, bu gün hâlâ en önemli kararların nasıl savsaklandığına, an cak iş işten geçtikten sonra alınabildiğine tanıklığını sür düren kuşağımız, savaşın saçmalığıyla, onu izleyen savaş sonrasının daha da büyük saçmalığını görmüş, türlü sı navlardan geçmiş, nice düş kırıklıklarına uğramış kuşağı mız, artık sağlıklı, açık seçik kararların çabuk alınabilece ğine eskiden olduğu gibi çocukça u m ut bağlayamıyor. Bizim kuşağımız hasım lann da gücünü, küçük hesaplar peşinde koşan kısır düşüncelilerin büyük ve gerekli dü şüncelere ne denli direnebildiklerini, bencilliğin kardeş lik ruhu üzerindeki etkisini de tanım a fırsatını buldu. Hayır, birleşik Avrupa’yı hem en yarın göremeyeceğiz, bunun için belki yıllar, onyıllar boyu beklem ek zorunda kalacağız, belki de bizim kuşağımız b unu hiç göremeye cek. Fakat -d ah a önce de söylediğim gibi- doğru bir inanç, kendi doğruluğundan emin olabilm ek için gerçek lerce onaylanmasını gereksinmez. Bu nedenle bugün biri kalkıp da kendine bir Avrupalı olarak kimlik kartı çıka rırsa, kendini henüz var olmayan Avrupa devletinin bir yurttaşı olarak nitelendirirse, bugün var olan tü m sınırla ra karşın çeşitlilik içerisindeki dünyamızı kardeşçe duy gularla, bir bütün olarak duyumsarsa, bunu yapmasını kimse yasaklayamaz. Bu, belki de bir yanılsamadır, ama kararlı bir tutum la var olanın ve artık geride kalması ge rekenin ötesinde de düşünebilen, içinde yaşadığımız saç ma dönem karşısında kendisine en azından bir iç özgür lük yaratmış olur. Bunu yapabilen, oyalamaktan başka bir şeye yaramayan bir diplomasinin kendini beğenmiş liğini ve içtenlikten yoksunluğunu dudaklarında bir gü lümsemeyle aşabilir, çeşitli ülkelerde çıkan gazetelerin karşılıklı kustukları düşmanlığa, uluslar arasındaki çekiş m elere ve kışkırtmalara nefretle, halkların birbirleri kar 41
şısındaki hastalıklı duyarlıklarına da acımayla bakabilir; kendini bunlardan özgür kılmış biri olarak, ruhunu ve içine çektiği havayı bugün dünyamızın üzerinde bir ze hirli gaz bulutu gibi toplanm ış olan o korkunç nefretten uzak tutabilir ve kendini, kendisi için artık önemi kalma mış olan bütün bu çekişmelerden uzak tutm ası sayesin de, dünyamızın insani yanını daha iyi anlayabilir, önyar gılardan arınmış, özgür, açık seçik bir adalet anlayışına doğru yükselebilir; G oethe’nin en görkemli sözünü yi neleyecek olursak: İnsanoğlu ancak böyle bir adalet anla yışına varabildiği takdirdedir ki, bütün ulusların yazgısı nı kendi yazgısı gibi duyumsayabilir. (1932 yılında Floransa'da verilen konferans)
42
YARININ TARİHÇİLİĞİ D üşüncelerim iz birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, bir konuda bugün yeryüzünün bir ucundan öteki ucuna kadar aynı görüşü paylaşıyoruz: Dünyam ız anor mal bir konum da ve bir ahlak bunalım ı içerisinde. Özellikle Avrupa’ya bakıldığında, b ü tü n halkların ve ulusların hastalıklı bir duyarlığı yaşadıklarını duyum samamak olanaksız. En küçük neden, sınırsız heyecan uyandırmaya yetiyor. Kötü haberlere, insana um udun sevincini aşılayan haberlerden daha kolay inanılıyor. G e rek bireyler, gerekse ırklar, sınıflar ve devletler, birbirleriyle anlaşmaktan çok birbirlerinden nefret etm ek eğili mindeler. H uzurlu, verimli bir gelişmeye ne bireyler ne de uluslar güveniyorlar. Tersine, Avrupalılar olarak hepi miz, kaba güç ürünü bir patlam anın her an olabileceği korkusunun baskısı altında yaşıyoruz. Bu gergin durum , nereden kaynaklanıyor? Öyle sa nıyorum ki, bu hastalığa yol açan, hâlâ o eski mikrop; kan dolaşımında savaşın kalıntısı olan m ikroptur. Anımsama ya çalışalım: Savaş yıllan, bütün ülkelerdeki insanları duy gular açısından normal zamanlara oranla daha yüksek düzeyde ve daha şiddetli yoğunlaşmalara alıştırdı. Savaş lar, serinkanlılıkla sürdürülem ez. Bu nedenle, dört yıllık bir dünya savaşını, korkunç uzunlukta bir savaşı sonuna 43
kadar götürebilm ek için duygulan tutkulann şiddetinde, olağanüstü bir yoğunluk düzeyine getirmek zorunluydu. Nefret, öfke gibi içgüdülerin bütün devletlerde sürekli körüklenmesi gerekiyordu; çünkü tutku, G oethe’nin de yişiyle, “yıllar boyunca tuza yatırılıp saklanabilecek ringa balığı değildir." Nefret, öfke, savaşma isteği, yapılan gere ği kısa süreli coşkulardır; bu kısa süreli durum u yapay biçimde uzatabilmek için adına propaganda denen o kor kunç bilimin bulunması gerekliydi. Böylece aslında barış çı yaradılışta ve hiçbir şeye kanşmayan milyonlarca in san, üstelik üç yüz ya da dört yüz milyon -b u sayıyı gö zünüzde canlandınn bir kez!- insan, dört yıl süreyle do ğal sayılabilecek ölçünün çok üstünde nefret ve düşm an lık üretm eye ve tüketm eye alıştırıldı. Sonra banş geldi ve o âna kadar görev diye belletilmiş nefretin, öldürmelerin, tutkulann bir buyrukla musluk kapatılırcasına kesilmesi beklendi. Oysa böyle bir beklenti doğaya aykındır. Bir kez uyuşturucu m addelere ya da -kahve, morfin, nikotin gibi- uyancılara alışan bünye, bir çırpıda bunlarsız ola maz; aynı nedenle, nefret etm ek ve savaşmak gereksinimi de bu kuşakta etkinliğini sürdürdü. Yalnızca yön değiştir di, o kadar. Artık ülkenin 1914’teki düşmanlarıyla savaşıl mıyor. Ama nefret ve savaş, aynı tutkuyla sürdürülüyor. Şimdi sistemler, partiler, sınıflar, ırklar ve ideolojiler ara sında bir nefret söz konusu. Genel olarak manzara, hâlâ 1914’teki gibi ve bu manzarayı belirleyen şey, gruplar oluşturup başka gruplar karşısında düşmanca tutum lar alma gereksinimi oluyor. Sözde bir barışın ortasında dün yamıza açık seçik savaşçı bir atm osfer egemen. Bu tehlikeli durum u nasıl ortadan kaldırabiliriz? Bu sürekli ateşi nasıl düşürebiliriz? Savaş atm osferini nasıl yeniden insancı bir atm osfere dönüştürebiliriz? Nefretin zehirlediği organizmayı bu zehirden nasıl arıtabiliriz? D ünyanın üstüne bir firtına b ulutu gibi çöken bu ahlak
44
bunalımının içinden nasıl çıkabiliriz? Bizim için bütün sorunlar arasında en önemlisi, işte bu sorun; hiç kuşku suz ortaya, bu sorunu ilk kez benim bulduğum ya da kesin bir çözüm bildiğim gibi bir sav atmaya kalkışmaya cağım. Bu yolda ne çok şeyin denendiğini hepim iz bili yoruz ve gerçek bir barışın, dünya çapında sürekli bir anlaşmanın gerekliliğini sürekli vurguladığı için özellikle Amerikan demokrasisine ve yönetimine şükran borcu m uz var. Gelgelelim bütün konferanslara, bildirilere ve çağrılara kuşkuyla bakar olduk. Bütün bu girişimler belki bazı kötülükleri önleyebildi, ama dünyanın içinde b u lunduğu ahlak durum unu, daha doğrusu ahlaksızlık du rum unu değiştiremedi. G örünüşe bakılırsa, aklın sakin ve düşünceli seslenişleri, örgütlenmiş propagandanın pa rolalarını dünyaya haykıran megafonlar karşısında güç süz kalıyor; zaten aklın sesinin hem en etki yarattığı, yine aklın özü gereği, enderdir. İnsanın aklını hayvanın içgü düsünden ayıran, uzun vadeli düşünm e eylemidir. Belki bu yüzdendir ki günüm üzün kuşağını, çoğu ülkelerde siyasal yönetim in başında olan savaş kuşağını, kaba gücü övm ekten, savaşı göklere çıkarmaktan ve nefretle yoğ rulm uş anlayışlardan vazgeçirmeyi bir yana bırakmak zorundayız. Belki de asıl görevimiz, tüm gücüm üzü hiç olmazsa gelecek kuşağın, yani bugünün gençliğinin bu bulaşıcı hastalığa yakalanmasını önlem ek için harcam ak tır. Yetişkinler bir kez yetişkin olduktan sonra, artık daha fazla öğrenem ezler ve kötü deneyim lerden bile ders ala mazlar; bu nedenle tüm gücüm üzle genç insanlara, ru h ların eğiticinin elinde henüz yum uşak balm um u gibi biçimlendirilebildiği yaşlarda ulaşmaya çalışmalıyız. Yeni kuşağın, yaşamının tam ortasında savaşa yakalanan bi zim kuşağımızdan daha iyi, daha insancı ve hepsinden önemlisi, daha m utlu olması öngörülüyorsa, o zaman bu kuşağın daha iyi, daha insancı eğitilmesi gerekir. Bu yeni 45
eğitim içerisinde bana en önemli görünen nokta, tarihin bizim okullarda öğrendiğimizden farklı bir biçimde ve farklı bir anlayışla ele alınmasıdır. İnsanlığın nasıl oluştu ğunu gösteren bir tarih, gerek kendi ulusunun, gerekse bütün öteki uluslann tarihi, genç insana gelecekteki dün ya görüşünü kazandırır. Oysa bizler, özellikle Avrupa’da yaşayanlar, tarihi na sıl öğrendik? Açıkça söylemem gerekir ki, bunu ben de çoktan unutm uştum . Ama yakınlarda bir taşınma sırasın da, Avusturya’da gitmiş olduğum liseden kalma tarih ki tabım elime geçti; bu arada, eski okul kitaplarımızı bir yana fırlatıp atmakla haksızlık ettiğimizi de belirtm eli yim, çünkü zamanımızın tasarımlarının ve bakış açıları nın ne büyük bir hızla değiştiğini bize yıllar sonra en açık seçik gösterebilecek kaynaklar bu kitaplardır. Evet, o eski kitabın yeniden elime geçmesiyle, kuşağımızı yönlendir miş olan tarihin nasıl bir tarih olduğunu görebilme fırsatı da doğmuştu. Okum aya başladığımda, gerçekten dehşete düştüm . Tanrım, dem ek iyi niyetli, deneyimsiz insanlar olan biz gençlere dünya tarihi böyle tanıtılmıştı! Böylesine gerçekdışı, yanlış ve böylesine yönlendirme amaçlı! O zamanlar birer çocuk olarak sezemeyeceğimiz şeyi he m en anlamıştım. Bu kitaptaki tarih, düzm ece olarak ha zırlanmış, boyanmış, çarpıtılmıştı ve bütün bunlar, çok belli bir amaç doğrultusunda yapılmıştı. Kitap Avustur ya’da basılmış ve Avusturya okulları için öngörülmüş ol duğundan, bütün dünyanın son hedefi de, Avusturya’nın büyüklüğü ve onun im paratorluğuym uş gibi tanıtılmıştı. N e var ki on iki saatlik bir tren yolculuğu -y a da bugün iki uçuş saati- uzakta, Fransa ya da İtalya’da yaşayan ya şıtlarımıza da tarih aynı ulusal doğrultuda sunulm uştu. Tanrı ya da tarihin ruhu, yalnız ve yalnız İtalya için, Fran sa için, anavatan içindi. Bizler daha dünyaya doğru dü rüst bakmayı öğrenm eden önce, gözüm üze -h e r ülkede 46
ayrı renklerde olmak üzere- gözlükler takılıyordu; dün yayı daha en baştan özgür ve insanca bir bakış açısından değil, fakat yalnızca ulusal yararların bakış açısından gö relim diye. Dem ek ki bugün Almanya’da millî eğitim de nen şey, yani ruhun ve görüşlerin tekdüze kılınması, daha o zamandan başlamıştı; ancak en yüksek düzeyde nesnel lik taşıdığı takdirde bir anlamı olabilecek tarih, bizlere yalnızca vatansever vatandaşlar, geleceğin askerleri, ira deden yoksun toplum bireyleri olalım diye kaşık kaşık yedirilmişti. Kendi devletimize ve onun kuram larına bo yun eğdiğimiz ölçüde, vatanımızın, vatanların en iyisi, bu vatanın askerlerinin dünyanın en iyi askerleri, kom utan larının da dünyanın en iyi komutanları olduğu yolunda kesin bir inançla, bütün öteki uluslara ve ırklara tepeden, aynı zamanda da kuşkuyla bakmalıydık. Ulusumuzun ta rih boyunca hep haklı olduğuna, yaptıklarıyla ettikleriyle bundan sonra da hep haklı olacağına inanmalıydık: Right or wrong, m y country Okul kitaplarım ızdan edindiğimiz ilk yanlış yönlen dirme, buydu; o eski kitabı ilk sayfasından son sayfasına kadar -e lb e t artık bir zamanlarki çocuğun o inançlı, saf bakışlarından farklı bakışlarla- yeniden okuduğum da, ikinci yanlış yönlendirm enin bilincine de hem en vardım. Bu kitapla bize telkin edilmek istenen neydi? Kitabın dü zenleniş biçimine göre, en önemli olaylarda sayfa kenar larına tarihler basılmıştı; tıpkı bir yolda aşılan mesafeyi gösteren kilom etre taşları gibi ve bizler bu sayılan ezbe re öğrenm ek zorundaydık. Peki hangileriydi bu özellikle vurgulanmış olaylar? Kitabı kanştırdığım da, bunların onda dokuzunu çarpış maların ve savaşların oluşturduğunu saptadım. Salamis1
1. (İng.) Bir vatanseverlik ibaresi. "Doğru ya da yanlı;, benim vatanım." (Y.N.)
47
D eniz Çarpışması, M Ö kaç yılındaydı? Cannae Çarpış m asının tarihi neydi? Birinci ve İkinci Pön Savaşları ne kadar sürm üştü? Bu böylece yüzyıllar boyunca, bir sa vaştan ötekine uzanıyor, ta Trafalgar, W aterloo ve Sedan’a kadar geliyordu - Dünya Savaşı’na ilişkin verileri ise yal nızca yazılanlardan okumakla yetinmeyip biraz daha so m ut yaşamamıza olanak sağlanmıştı. Ama bu üç bin yıl içerisinde insanoğlunu mağara adamlığından kültürün taşıyıcısı konum una yükselten başka şeylerin de olduğu konusunda pek az şey yazılıydı bu eski kitapta; bunun gibi, sessiz ve gösterişten uzak çabalarla ülkelerinde barışı korumayı, ilerlemeleri des teklemeyi bilmiş imparatorlardan ve krallardan, büyük devlet adamlarından ve bilge devlet başkanlanndan da pek söz edilmiyordu. Yalnızca Hannibal, Scipio, Attila, Na poléon'du önemli olan, yalnızca* savaşmış olanlar bize kahraman diye tanıtılmıştı. Böylece daha başlangıçta, her söyleneni almaya hazır beyinlerimiz, dünyamızda en önemli şeyin savaş, bir insanın, bir ulusun en önemli edi minin de zafer olduğu düşüncesiyle sürekli yıkanmıştı. H em bizim kuşağımıza, hem de korkarım bütün Avrupa ülkelerinde bugünün kuşağına dünyamızda yalnızca başa rının önem taşıdığı, vatanın yararına olduğu takdirde, sa vaş dahil her türlü kaba güç uygulamasının yalnızca caiz değil, aynı zamanda istenmeye değer olduğu düşüncesi genç yaşlarda benimsetilmeye çalışıldı. Bunun sonuçlarını şimdi gördük. Bu düşünceler, günüm üzde dünyayı yık makta olan öfkeye, nefrete ve huzursuzluğa kaynaklık etti. D ünya Savaşı, başkaca yıkımların yanı sıra, biz iyi niyetli genç insanlara takılmış olan gözlükleri de kırdı; okuna okuna yıpranm ış tarih kitabını bu kez başka göz lerle yeniden elim e aldığımda, gerçekten dehşete düştü ğüm ü bir kez daha yinelemek zorundayım . Tarih, yalnız ca savaşların tarihi diye anlatıldığında, nedir ortaya çı 48
kan? Olağanüstü karamsar ve olağanüstü cesaret kinci bir görünüm. Ç ünkü savaşlardan ve zaferlerden oluşma bu tarihin sonuç olarak gösterdiği nedir? M utlak bir an lamsızlık, sıkıcı bir yineleme, o kadar. O rdular ordulan, generaller generalleri, uluslar uluslan yenmekte, kaleler ele geçirilmekte ya da geçirilememekte, ülkeler fetihler le büyüm ekte, sonra yine küçülmektedir. Daha yüksek bir anlam çerçevesinde ele alındığında, bir kitapta son elli yılın bütün futbol maçlarının tarihinin anlatılmak is tenm esi, birinci defa Tom ’un Jack’i, bir başka defa ise Jack’in Tom ’u nasıl yendiğinin sayılıp dökülmesi ne ka dar can sıkıcıysa, insanlığın bütün savaşlarından oluşma böyle bir takvim de bana göre o ölçüde sıkıcıdır. Sanki dört bin yıldan bu yana yalnızca halklar ve uluslar birbir lerini soymuşlar, boyunduruk altına almışlar, birbirleriyle savaşmışlardır ve insanlık aslında hiç ilerlemeyip hâlâ o eski kanlı bataklıkta çırpınmaktadır. Ya da insanlığın ilerlemesinin göstergesini, Kserkses’ten Ludendorff'un savaşlarına kadar uzanan bir yelpaze içerisinde, artık sa vaş baltasıyla, göğüs göğüse dövüşülmesi yerine, m akine li tüfekle sıralar halinde askerlerin öldürülebilmesinde mi aramalıyız? Artık kuşatılan bir kalenin burçlarından aşağı kızgın yağ dökülmesi yerine, çok iyi tasarlanmış bir alev makinesiyle kitlelerin kavruluvermesi; aslında hep o eski içgüdülerimizle hareket etm em iz, fakat daha iyi ay gıtlar kullanmamız; artık küçük yamyam sürülerinin de ğil, fakat milyonluk orduların birbirleriyle kapışmaları; barbarların kulağa kötü gelen savaş çığlıklarının yerini, radyolardan ve gramofonlardan gelen propagandanın al mış olması; ilerlemeyi, bunlarda mı arayacağız? İtiraf e t meliyim ki, gençlik dönem im e ait bu eski okul kitabını okuduğum da, içinde genç insanlar bakımından yüceltici ve onları daha insancı kılıcı hiçbir şey bulam adım ; buna karşılık sürekli olarak eski barbarlığımıza dönüşüm üzün 49
acı verici kanıtını buldum. Sonunda öfkemi dizginleyem edim ve kitabı bir köşeye fırlatıp attım; çünkü kuşağı mızın bu tasvirlerle savaş için eğitildiğini anlamıştım. Bu kitap, çağımızı zehirleyen bütün tehlikeli ve kötü içgü dülere ilişkin bir öğretici kitaptı. N e var ki bizler böyle eğitildik, Avrupa’nın bütün devletlerinde tarihi böyle öğrendik. Ve bugün bunun sonuçlarını görmekteyiz. Zaferin bir insanın, bir ulusun ulaşabileceği en büyük başarı olduğu, bu başarıya hangi araçlarla erişildiğinin önem taşımadığı sürekli olarak ku laklarımıza haykırıldı, yüreklerim ize kazındı. Ayrıca on bin, yüz bin ya da bir milyon insan olsun, bu zafer için ödenecek bedel de önem li değildi. Bu insanlığa ve ahla ka aykırı anlayışın, dünya savaşının korkunç deneyim le rinden sonra bir cinayet olduğunun anlaşılması bekle nirdi; oysa günüm üzde aynı anlayışın A vrupa’nın çoğu ülkelerinde gençlere ve yetişkinlere eşi görülm emiş bir yoğunlukla ve abartıyla aşılandığına tanık olmaktayız. Kahramanca bir hayat görüşü talep eden, barışseverliğin yufka yüreklilik olduğunu, insan için vatanı uğruna öl m ekten daha önemli bir şey düşünülem eyeceğini aşıla yan diktatörlerin bağrışmaları bu ülkeye kadar geliyor. Bu diktatörler, halklarına yararlı olan her şeye izin ver meyi hukuk sayıp her suçu bağışlanır gösterecek ideolo jiler yaratıyorlar. Bütün A vrupa’da tanıklık ettiğim iz bir olguya, yalanın, propagandanın kalıpları içerisinde siste m atik biçimde tanrılaştırılmasına, tarihin üç bin yıllık akışı boyunca hiç rastlanmadı. Savaşları yaşamın en yüce değeri diye yüceltmeye ise ne Spartalılar ne de barbar ka vim ler cesaret edebildiler. Tarihte ulusal doğrultuda ol m ak üzere gerçekleştirilen sahtecilik, bugün kanımızı dam arlarım ızda donduruyor ve hiçbir şeyden haberi ol mayan genç insanlara uygulanan bu eğitim in gelecekte ki bir başka kuşağı, son kuşağın içine düştüğünden çok 50
daha korkunç bir kan banyosuna itebileceği korkusu tüy lerimizi ürpertiyor. Peki, ne yapmak gerek? Büyük bölüm üyle savaşların tarihi olduğu için, tarih dersini okulların öğretim progra m ından çıkartmak mı? Hayır. Dem ek istediğim bu değil. İnsanlığın tüm deneyimlerinin toplam ı oluşundan ötürü tarih, genç bir insanın en önemli dersi olarak kalmalıdır. Peki, en azından tarihin genel yapısı içinde savaşların ta rihini olabildiğince hasıraltı mı edelim? Böyle de yapa lım demiyorum, çünkü böyle bir şey olguların saptırıl ması olur; oysa yarının tarihi, en ileri ölçüde nesnel ol m ak zorundadır. Ama tarihin şimdiye kadarkinden farklı ve yeni bir anlam doğrultusunda kaleme alınmasını iste yebiliriz; insanlığın yaşamını donuk bir görünüm olarak değil, insancılığa ve evrenselliğe yönelik bir ilerleme diye betim leyen bir anlamda; bundan ötürü de tarihin her şeyden önce uygarlığın bu son amacına hizm et etmiş olan şeyleri vurgulamasını isteyebiliriz. İstediğimiz yeni tarih, dünün yalnızca ulusal ve sa vaşların tarihi niteliğinde olan tarihinden farklı olarak, kültürel açıdan varılmış doruklardan görünen manzara açısından ve bundan sonra yaşanacak yükselişler de göz önünde tutularak yazılmalıdır. Tacitus’tan Ksenophon’a, Ortaçağ’ın vakanüvislerinden Yeniçağ’a kadar tarihin na sıl oluştuğunu anımsayalım. O zamanlar dünyada bağ lantı diye bir şey yoktu, herkes ufacık bir vatanın dar sı nırları içerisinde yaşamaktaydı. Bu konuda, o zamanlar büyükçe bir haritada bulunabilm esi neredeyse olanaksız Yunanistan’ı anımsayalım. İnsanoğlunun ufku, ancak ya şadığı ülkenin sınırlarına kadar uzanabiliyordu; o sınırla rın ötesinde neler olup bittiğini ise bilmiyorlardı. Oysa bugün eşzamanlılığın egemenliği altındaki bir dünyada yaşamaktayız; dünyamızın en uzak noktasında olanları ânında, sözcükler, sesler ve iletilen görüntülerle öğren 51
mekteyiz. Eski kavimler dağların kıvrımlarında, vadiler de, bakışları dağlarla sınırlanmış olarak yaşarlardı; bizler ise bugün bütün görüngülere sanki bir tepeden, üstelik doğru orantıları ve boyutları içerisinde bakmaktayız. Ve bütün dünyaya ilişkin böyle bir kuşbakışma sahip bulun duğum uzdan, yeni bir ölçüt saptam ak zorunda oluşu m uz da doğaldır. A rtık bizim için önem taşıması gereken şey, tek tek ulusları ötekilerin zararına olmak üzere ileri götürenler değil, fakat yalnızca ortak harekete, ilerleme ye, insanlığın uygarlığına hizm eti dokunanlardır. Başka deyişle, yarının tarihi tüm insanlığın tarihi olmalı, bu ta rih açısından tek tek çekişmeler toplum un esenliği karşı sında önemsiz kalmalıdır. Bütün değer yargıları değişti rilmeli; yeni tarih, dün evet denilene şimdi hayır, dün hayır denilene de şimdi evet demelidir. Bu tarih, kendi değerlendirmesinin bir çıkış noktası olarak, eski zafer ide alinin karşısına yeni birlik idealini, savaşm yüceltilmesinin karşısına savaştan nefreti çıkarmalıdır. Bütün bunlar kaba güce başvurmaksızın gerçekleş tirilebilir mi? Ben, gerçekleştirilebileceğine inanıyorum. Yalnızca ön belirtiler değiştirilerek aynı zamanda hem doğruya, hem de ahlaka nasıl hizm et edilebilir, savaşların tarihi tek bir olgu değiştirilmeksizin, ama savaşı yücelt meye de gitmeksizin nasıl anlatılabilir; buna bir örnek vermek istiyorum. Dünyada yaratılmış bütün savaş tasvir leri arasında bence en görkemlisi, Tolstoy’un Savaş ve Banş’ıdır. Hiçbir tarihçi, bu kitapta, Napoleon’un Rusya’ya düzenlediği üç seferde olduğu ölçüde bir savaşı bunca somut, hem de tinsel açıdan bunca zengin anlatmamıştır. İnsan her sayfayı yaşar, kom utanları ve diplomatları hari talarının ve belgelerinin başında, orduları ilerlerken, as kerleri de savaşın h er ânında görür. Bu kitabı okuyan ken dini kaptırıp gider, sarsılır, savaşı göklere çıkarmış olan ötekilerde olduğundan çok daha güçlü bir biçimde, olup 52
bitenlerin dev boyutlarım duyumsar. Peki Tolstoy, bu ola yın büyüklüğünün bir örnek diye algılanmasını, kendisi nin iç dünyasında ahlaka aykırı saydığı bir şeyi başkalarım hayranlığa sürüklemesini nasıl engelleyebilmiştir? Daha ilk sayfada, şunları yazar Tolstoy: 2 4 H a zira n günü Batı A v ru p a o rd u lan , R u sy a sınırını g e çtile r v e savaş başladı. B aşka d eyişle insanın g e re k aklına, g e re k se d o ğ asın a aykln b ir o lay g erçekle şti. M il y o n la rc a insan karşılıklı o la ra k b irb irle rin e - a ld a tm a c a larla, ih an e tlerle, hırsızlıklarla, yağm alarla, kundakçılıkla v e c in a y e tle r le - ö y le sin e k ö tü lü k le r y ap m a y a b aşlad ılar ki, b ü tü n b u n la r b ü tü n d ü nyad aki m a h k e m e le rin y ü z le r c e yıllık d o sy a la n n a a n c a k sığabilir. A m a b ü tü n b u nlan y ap a n insanlar, o za m a n yap ılan lara s u ç g ö zü y le b akm ı yorlard ı.
Tolstoy, Rusya seferine ilişkin eşsiz tasvirine böyle başlar; değiştirilen ön belirtiler ifadesiyle daha önce ne dem ek istediğim, belki şimdi daha iyi anlaşılır. Tolstoy, anlattıklarının tam am ı boyunca sürekli olarak bütünün anlamsızlığının nasıl her ayrıntıya yansıdığına atıfta b u lunur. Gerek Kutuzov’un, gerekse N apoleon’un dâhiyane savaş planlarının asla gerçekleştirilemediğini, rastlantı nın yapılan hesaplara yüz kez galebe çaldığını, en yete neksiz subaylann göğüslerinin nişanlarla dolarken, yete neklilerin nasıl görmezlikten gelindiğini anlatır. Bir sava şa ilişkin olarak bize anlatılanların yansının gerçeklere uymadığını, yan tutularak anlatıldığını, bu generallerle diplom atların son ve yüksek bir anlam bağlamında her hangi bir hizm ette bulunm uş sayılamayacaklarım, çün kü eylemlerinin hep anlamsız bir olay çerçevesinde ger çekleştiğini ve yaratıcı akıldan çok rastlantıya bağımlı olduğunu sayfa sayfa kanıtlar. Ve Tolstoy, hayranlığımızı 53
dikkatli kullanmamız, son noktada saçma ve nefrete la yık bir hedefe hizm et eden çabalardan daha iyi şeyler için ayırmamız konusunda bizi uyanr. Öyle sanıyorum ki yarının tarihinin, eğitici etki ya ratması isteniyorsa, bu anlamda yazılması, yani savaş olay larının örtbas edilmem ekle birlikte, onları bir halkın en yüce edimleri diye tanıtm ayan bir ifadenin kullanılması zorunlu olacaktır. Fakat tek başına bir olumsuzlama, hiç bir zaman yeterli değildir. Üç bin yıl boyunca bitip tü kenm ek bilm eyen askerî eylemleri insanlığın tarihinin karanlık sayfaları diye görürsek, bu tarihin aydınlık say faları da olmalıdır. Yani tarihsel olarak görebildiğimiz bu üç bin yıl boyunca halkların birbirlerine sürekli düşm an lık yapm alarından, insanların birbirlerinin kanına girme lerinden başkaca bir şeyler de olm uş olmalıdır. Adı insan olan o kir pas içerisindeki hayvanın sürünerek mağara sından dışarı çıkıp yalnızca hayvanları ve başka insanları öldürmeyi değil, fakat doğa güçlerine egemen olmayı, karada ve suda ilerlemeyi, yılların akışı boyunca elinin gücünü makine aracılığıyla birkaç bin katına çıkarmayı öğrenmesini sağlayan bir şeyler olmuş olmalıdır. O nu yazıyı bulmaya, mikroskopla görünmeyeni, teleskopla yıldızları görmeye ve bunların hareketlerini hesaplama ya, yıldırımın şiddetini hafifletmeye, sesini ülkelerin ve denizlerin ötesine duyurmaya, ülkeleri ve denizleri aşa rak düşünmeye, görmeye zorlayan bir şeyler olmuş ol malıdır. Uygarlığın ve tinsel düzeydeki dünya imparator luğunun bu fetihleri, ülkelere ve kentlere ilişkin bütün fetihlerin tarihinden daha önemli değil midir? Bize, ağır bir tem poyla -b u n u n gerçekten çok, ama çok ağır bir tem po olduğunu itiraf etm eliyim - doğamızdaki gerile m eleri aştığımız, insanlığın yerinde saymadığı, fakat gö rünm ez bir hedefe doğru ilerlemeyi sürdürdüğü yolun da bir güven aşılayan, yalnızca bu fetihler değil midir? 54
Ve bu ilerleyişimizin tarihi, dünyayı egemenliğimiz altı na almaya, insancılığın gittikçe daha yüksek bir düzeyine ulaşmaya yönelik çabaların tarihinin, gerek gençler, ge rekse bizler için bütün savaşların ve kıyımların kanlı ka talogundan bin kez daha yüreklendirici değil midir? Ö y ledir, çünkü böyle bir tarih, tek bir halkın, tek bir ulusun zaferi yerine ortak zaferimizi, dolayısıyla tek geçerli, tek gerçek anlamdaki zaferi anlatır. İnsanlığın ortak yükselişine ilişkin bu tarihten o va tansever okul kitaplarımızda doğal olarak pek az şey var dı. Çünkü yükselme tutkum uzu, övüncüm üzü, kozmo polit, kardeşliği seven insanlar olmak, birbirimizi kardeş hissetmek için harcamamalıydık; bunun yerine tarih bizi Avusturya'yı, Fransa’yı, Almanya’yı, kısacası yalnızca va tanımızı sevmek ve öteki bütün uluslara da kuşkuyla bakmak doğrultusunda eğitmeliydi. İyi vatandaşlar ve iyi askerler olmamız için eğitmeliydi. İşte bundan ötürüdür ki ulusların birbirlerine yönelik edimleri öne çıkarılırken, ortak edimleri olabildiğince geriye itildi. Gerek dünüm ü zün ve ne yazık ki gerek bugünüm üzün tarihi, Avrupa’nın çoğu ülkesinde, şu anda tek geçerlilik tanınan güdü olan birbirinden kopma güdüsünü izlemektedir. Bu tarih, merkezcil bir güç gibi etkinlik göstermekte, evrende olup biten her şeyi yalnızca ve yalnızca devletle bağıntılı kıl maktadır. Bugün Avrupa'da ulusçuluğun egemenliği ne deniyle yalnızca devletin bakış açısından düşünüyoruz; bizi yalnızca devlet için, onun hedefleri ve amaçlan bağ lamında düşünm eye zorluyorlar. Tarih de tıpkı tek tek bireyler gibi, bilincinde olmaksızın, korkanm belki de bi lincinde olarak, devlete köle gibi boyun eğmiş durum da. İnancıma göre, devlet düşüncesinin ve ulusçuluğun bu baskısı altında kuşağımızın ve aynı zamanda gelecek teki kuşağın yıkımını gören herkes, dünyayı bu esriklik ten kurtarm aya yardımcı olmalıdır; yarının bizim istedi 55
ğimiz doğrultudaki tarihi de artık tek tek ulusların yüce leştirilmesine değil, fakat bütün insanlığın kardeşliğine hizm et etmelidir. Bundan böyle bakış açımızı değiştir m em iz ve dünyayı adil bir biçimde görmek istediğimiz takdirde, birkaç basamak daha çıkıp ayrıntıların silinip gittiği, görüntüde yalnızca panoram ik resmin kaldığı ye re basmamız gerekiyor. Böyle bir değişimi hem olanaklı hem de her bakım dan daha çok şey vaat eder nitelikte buluyorum . Bu arada gençliğimde okuduğum , bir m üjde gibi gelen ve o zamanlar genç ruhlarımızda, doğa tari hinde yol açtığı sonuçlara benzer bir değişim yaratmış olan bir kitabı anımsıyorum. Prens Kropotkin tarafından yazılmış olan kitabın adı, Karşılıklı Yardımlaşma Evrimin Bir Faktörü'ydü. Daha önceleri bize, yüzlerce ve binlerce kitap aracılığıyla doğanın tem el yasasının "yaşamak için savaşmak” olduğu, ormanların, çayırların, bataklıkların ve göllerin, denizlerin ve mağaraların yalnızca en amansız düşmanlıkların ve en acımasız cinayetlerin sahnesi nite liğini taşıdığı gösterilmeye çalışılmıştı. Buna göre tıpkı insanlar gibi, hayvanlar da büyük bir ustalıkla birbirleri ni öldürm ek peşindeydiler; h er yerde güçlü, güçsüze sal dırıyordu. Karşılıklı öldürm e, b ü tü n hayvanlar dünyasını körükleyen tek içgüdüydü. Oysa elimize geçen yeni ki tap, bize özellikle akıldan yoksun ve vahşi sandığımız hayvanlar evreninde, yalnızca türler içerisinde değil, ama cinsler arasında da bir canlının ötekine yardım ettiğini, tıpkı insanlarda olduğu gibi hayvanlarda da dayanışma içgüdüsünün gizliden bencillik içgüdüsüne karşı koydu ğunu gösteriyordu. Hayvanlar eğitilmeden, bir bilinç ta şımadan, yalnızca içgüdüleri doğrultusunda böyle davranabildikten sonra, eğitilebilen ve ruhlarında gizemli tan rının vicdan aracılığıyla seslendiği bizlerin kötü içgüdü lerden çok daha kolaylıkla uzaklaşabilmemiz gerekirdi. Ve zaten böyle de yapmamış mıydık? Binlerce yıl bo 56
yunca böyle de davranmamış mıydık? Tarihin büyük bir sadakatle kaydettiği savaşların ve çarpışmaların yerine asıl başarımız, son yüzyıllarda savaşa daha isteksiz ve daha bir vicdan azabı çekerek sürüklenmiş olmamız, bu gün de özellikle Alm anya’da savaşın resmî politika gere ği tanrılaştırtm asına karşın, bu kahramanlığa yüreğimi zin derinliklerinde kuşkuyla bakmam ız değil midir? D ü rüst ve onurlu olduğum uz ölçüde, kültürüm üzün başar dıklarıyla, uygarlığımızın kaydettiği ilerlemelerle bin kez daha çok övünm üyor muyuz? Bundan ötürü de, bize bütün o geçmişe karışmış zaferleri unutturup onun yeri ne bizi yaşamımız boyunca güçlendirecek bir duygu olan "ilerliyoruz" duygusunu verecek bir tarih, daha uy gun düşmeyecek midir? H er on yıl, hatta her yıl bize yeni yeni buluşlar armağan ediyor, doğa güçleri üzerin deki iktidarımızı pekiştiriyor; arada sırada sendelesek ve bir kanlı saat boyunca yeniden barbarlığın çukuruna düş sek bile, yine de anlamsız bir daire çizm ek yerine, sarsılmaksızın görünmeyen bir hedefe doğru ilerlememizi sür dürüyoruz. Ö yle sanıyorum ki, yannın tarihine biz halkları bir birinden ayırıp karşılıklı düşm an edenlerin hepsinin as lında bir yanılgı olduğunu, yalnızca bizi ortaklaşa ileriye götürenin, uygarlığın ve ilerlemenin önem taşıdığını bir bilgi olarak aşılayabiliriz; o zaman yarının anlayışı, b u günkünden daha iyimser ve daha iyi bir anlayış olacaktır. D ünün tarihi dediğimiz şu tarihi, yarının tarihiyle ruhsal düzeydeki itici güçleri açısından bir karşılaştıralım. Sa vaşların tarihi bize neyi gösterir? Ülkelerle halkların üç bin yıl boyunca birbirlerine karşı hangi suçları işlediğini. Fransa'nın Alm anya’yı, Alm anya’nın da Fransa’yı nasıl yağmalamış olduğunu; Perelerin Yunanlılara, Yunanlıla rın da Perelere nasıl boyun eğdirdiğini. Peki ne elde edil di bütün bunların sonucunda? Ulusların birbirlerine kar 57
şı savaşma isteği duymaları ve birbirlerinden nefret e t meleri. Düşlediğim kültür tarihi ise bunun tam tersini anlatmaktadır. Böyle bir tarih, bir ulusun ötekine karşı hangi suçlan işlediğini değil, ama ona neler borçlu oldu ğunu gösterecektir. Bulduğumuz, düşündüğümüz, ortaya çıkardığımız, yazdığımız, inandığımız hem en her şeyin toplu bir başarı olduğunu, her buluşun daha önce bir yerlerde hazırlanmış, sonra bir ulus tarafından ötekine aşılanmış olduğunu, kimin zafer kazandığının, kimin yenildiğinin önem taşımadığını, çünkü galip gelenlerin çoğu kez yenik düşenlerden birtakım dersler aldıklarını ve bütün halkların ve ulusların Babil Kulesi’nin yapı m ında birlikte çalıştıklarını gösterecektir. Eski tarih, yani savaşların tarihi, hep gençliği kaba gücün en yüce yasa, som ut başarının de her çabanın en son kanıtı olduğu yo lunda kandırmaya çalışırken, kültür tarihi bize binlerce biçimi içerisinde düşünceye saygı duymayı öğretir; in sanlığın o ölümsüz düşüncesi ki, diktatörlükler ve sansür ler kimi zaman ağzını tıkayabilmiş, ama bütünüyle boğ mayı hiçbir zaman başaramamışlardır. Yarının tarihinin örnek kişileri artık İskender’ler, Napoleon’lar, A ttila’lar olmayacaktır; yarının tarihi yalnızca düşünceye hizm et edenleri, ona yeni biçim ler ve anlatım lar kazandıranları, bilgilerimizi artırıp bize doğa güçleri üzerinde bunca ege m enlik sağlamış ve gökyüzüyle yeryüzünün sırlarını aç mış olanları kendi kahram anları olarak selamlayacaktır. Belki de şöyle bir itiraz ileri sürülecektir: Gerçi ta rihin yalnızca insanlığın ilerlemesi doğrultusunda ka lem e alınması gerektiği doğrudur, fakat düşünce dü zeyindeki edim lerim izin imgelem üzerindeki etkileri, savaşların ve çarpışmaların, ayaklanmaların ve gözüpek yolculukların anlatılmasının yaratacağı etkiler kadar güçlü değildir. Tek başına ele alındığında, bu itiraz b ü tünüyle haklıdır. H epim iz daha çocukken Alkibiades’e 58
ve İskender’e, Termofil kahramanlarına, adil Solon'a ve bilge Marcus Aurelius’a duyduğum uzdan çok daha b ü yük bir hayranlık duym uştuk. Tutkuların betim lenebil mesi, yazar için -adalet, hoşgörü, insancılık gibi- ahlaki niteliklerin betim lenm esinden daha kolaydır; bu İkin cilerin coşku aşılayıcı, gerilim yaratıcı yanları yoktur, üstelik gösterişsizdirler de. Som ut başarılara, zorbaca içgüdülere hizm et edenin, yalnızca iktidar sahiplerini ve galip gelenleri övenin işi her zaman daha kolaydır. Bir Erasm us’un yum uşak hüm anizm ini anlatmanın, bir Casanova’nın eğlenceli tutkularını ya da N apoleon’un yükselişini anlatm aktan çok daha güç, karşılığının ise çok daha az olduğunu kendi deneyim lerim den biliyo rum . Ama tarihi anlatanlara düşen, kitlelerin, ucuz uya rıcılar olarak yalnızca gösterişli, acımasız ve savaşçı ola nı isteyen kitlelerin bilinçsiz isteklerine boyun eğmek midir? Özellikle bu gösteriş eğiliminin ne denli tehlikeli olduğunu bilm em izden ötürü, bizim asıl görevimiz, acı masız kahram anlık yerine daha yüce saydığımız ötekini, yoksul, ünsüz ve yalnızlık tarafından kem irilerek büyük bir özveriyle laboratuvarlarına kapanm ış o büyük bilim adam larının kahramanlığını, öm ürleri boyunca hiç sa vaş yapmamış, b ütün güçlerini sorum luluk, hoşgörü ve insancılık doğrultusunda etkin olabilm ek için harcamış devlet adamlarının, hüküm darların, başkanlann kahra manlığını anlatm ak değil m idir? Bizim asıl görevimiz, kahram anlar dünyasında bir yer değiştirmeyi gerçekleş tirerek binlerce, milyonlarca insanı kendilerinin ya da uluslarının bencil iktidarları uğruna ölüm e yollayanla rın yerine, bir düşünce uğruna ölüm ü göze almış olanla rı insanlığa örnek gösterm ek değil m idir? Ö zellikle güç, özellikle nankör bir görev olduğu için, yarının tarihinin asıl görevi bu olmayacak mıdır? Ö te yandan bu türden bir tarih de insanoğlu için bir 59
başka coşkunun kaynağı olabilir; yeter ki bu tarih, yara tıcı insan düşüncesinin sonrasız zincirini gözler önüne serebilsin; yeter ki bir zincirin nasıl bütün zamanlar bo yunca sürüp gittiğini, ülkeden ülkeye, halklardan halklara nasıl uzandığını, bu zincire her yeni ulusun ve her yeni yılın bir halka daha eklediğini gösterebilsin. Tarihin bildi ğimiz üç bin yılının, sarhoş bir tanrının saçma sapan sergi lediği, kanlı bir gladyatör oyunundan ibaret olmadığını, fakat bu görkemli dramda hepimizin kahramanlar, oyun cular, yazarlar, yaratıcılar sıfatıyla yer aldığımızı göstere bilsin. İnsanlığın bu sonrasız çabalarına belli bir anlamın egemen olduğunu bize duyurabilsin; insanlığın bir görevi nin bulunduğunu gösterebilsin; her birimize bu dünya sahnesinde bir sözcüğün, bir jestin biçilmiş olduğunu algı latabilsin. İnsan nasıl ancak yaşamını anlamlı olarak du yumsadığında doğru yaşayabilirse, bizler de ancak geçmi şe bir anlam kazandırabildiğimiz, onu insancıllığımıza uza nan gelişmede bir aşama olarak görebildiğimiz takdirde, o geçmişte olup bitenleri anlamlı sayabiliriz. Yarının tarihinin bu ruhla, yani kendi kendimizi ilerletebilm em iz için, insanlığın gelişmesinin tarihi olarak yazılması gerekmektedir. Ve böyle bir tarihin yazılabile ceğine, dahası böyle bir girişimin yolda olduğuna ilişkin müjdeli belirtiler vardır. Özellikle son onyıllarda tarihi yalnızca bir savaşlar takvimi, o eski zorbalık anlamında kanlı bir döngü olarak değil, fakat insanlığın gittikçe yükselmesini sağlayan bir basam aklar dizisi niteliğiyle betim lem e yolunda bazı girişimlere rastlanmıştır; bu ki tapların özellikle burada en büyük başarıya ve yaygınlığa kavuşmuş olmasını, Amerika için özel bir onur sayıyo rum . Burada dünya tarihini halkların birbirlerini karşı lıklı olarak aşılamaları anlamında görmeye yönelik ilk girişim olan Wells'in tarihini anım satm ak isterim - bi linçli olarak History of America (Amerikan Tarihi) diye 60
değil, fakat The Rise o f American Civilisation (Amerikan Uygarlığının D oğuşu)1 diye adlandırılmış olan Amerikan ulusal tarihini anımsatmak isterim; ayrıca Loon’un Tolé rance2 (Hoşgörü) adlı kitabına da dikkatlerinizi çekerim. M adame C urie’nin biyografisi gibi bir kitabın burada milyonlarca insanın yüreğini fethetm iş olması, benim için yazılmış görmek istediğim tarih bakım ından nere deyse ideal tipi oluşturmaktadır; yannın bu tarihi, kah ramanlığı savaş alanlarında değil, fakat tek bir insanın ruhunda gösterecektir; bu, bir çavuşun emriyle yaratılan bir kahramanlık değil, fakat insanoğlunun içindeki inanç tan kaynaklanan bir kahramanlık olacaktır; yum ruğun ve onun bir uzantısı olan tabancayla topun kahramanlığı değil, düşüncenin kahramanlığı olacaktır; böylesi, irade siyle tek bir ulusa değil, fakat bütün insanlığa yönelen bir kahramanlıktır. Bir insanın kendisi ve yalnızca ulusu için değil, fakat herkes için ne yaptığını tem el alan bu son ölçüt, yarının tarihinin ölçütü olacaktır ve olmak zo rundadır. N apoléon’un İtalya’daki savaş alanlarında, Arcole’de ve Rivoli'de, Avusturya’ya karşı kazanmış olduğu savaşlar, bugün bizim için artık ne önem taşıyabilir? N a poléon’un im paratorluğu çoktan çöktü, tarihin tozlarına kanştı; onun yendiği Avusturya ise artık o günkü Avus turya değil. Ama o zamanlar, aynı yılda ve aynı yerde Alessandro Volta adlı adı duyulmamış bir bilgin, minik bir aygıtın başında uğraşıp durmaktaydı. Yaptığı ilk pil den çıkan bir kıvılcım, bugün bütün yaşamımızı belirle yen ve değiştiren, buradaki salonu aydınlatan, sesleri dünyanın dört bir yanına ulaştıran bir güç yarattı; bu güç ise bizleri atalarımızın düşlemeye bile cesaret edemeye-
1. Charles Austin Beard, Mary Ritter Beard, The Macmillan Company, N ew York, 1927. 2. Hendrik W illem van Loon, Boni & Uveright, N ew York, 1925.
61
çekleri yeni bir ortaklığa götürdü. U m udum , yeni tarihin her şeyden önce haritalar üzerindeki geçici değişikliklere değil, fakat böyle eylemlere geçerlik tanımasıdır ve yeni tarih, meydan savaşlarının barbarlığı en sonunda geride kaldıktan sonra da yeni eylemlerin ve kahramanlıkların eksikliğini çekmeyecektir. Bu yakınlarda, geçtiğimiz yılın bilimsel sonuçlarının özetine ilişkin bir önsözde oku duklarımdan derinden etkilendim. Şöyle denmişti bu önsözde: “Dünyanın başlangıcından bu yana insanlığın bu son yıldaki kadar çok buluş yaptığı, ama buluşlara ilişkin olarak bunca az şey bildiği hiç görülmedi." Ger çekten sarsıcı bir söz, çünkü zam anım ızda olup biten büyük ve insana güç verici şeyler hakkında gerçekten de yeterince bilgilenmiş değiliz. Bir yanılgı sonucu, bir lide rin politik alandaki küçük ya da büyük başarılarını, yeryü zünün küçük bir parçasının alınmasını zamanımızın tari hi sanıyoruz; oysa gerçekte bu, yalnızca bir an'ın tarihi dir. Gelecek kuşağın dış ve iç yaşamını gerçekten değiş tirecek olan, belki de şu anda yüzlerce laboratuvardan birinde, ufacık bir deney ya da başlangıçta ne olduğunu anlamadığımız küçük bir hesap işlemi sonunda ortaya çıkmaktadır. Ve bence yarının tarihinin en önemli göre vi, bunu anlaşılır kılıp çağımızın kan dolaşımına, düşün cemize atan bir nabız gibi sokabilmektir. Asıl yapılması gerekenin bu olduğunu kendim ize hep hatırlatırsak, bu çalışmanın kesintisiz sürdüğünü, yaşamımızın her saatin de tinsel düzeyde ilerlediğimizi, bugün de birlikte nice göze görünm eyen fetihler gerçekleştirdiğimizi ve insan ruhunun hiçbir zaman böyle zaferler kazanmadığını bi lirsek, ancak o zaman birlikte ilerleyen ulusları birbirine düşürm eye zorlayan, ilerleme kaçınılmazken politik alanda gerilem eler yaratmaya çalışan diktatörlerin ve ulusların çılgınlıklarını aşabiliriz. Ancak yarının tarihinin taşıyacağı bu yeni anlam doğrultusunda bugünüm üze 62
bakabilirsek, kendim iz ve yaşadığımız çağ konusunda um utsuzluğa düşm ekten korunabilir, birer vatandaş ola rak düş kırıklığına uğrarken, bu çağın insanları olduğu m uzdan ötürü gururum uzu koruyabiliriz. Ancak tarihi gelecekteki daha iyi bir zamanın yaratıcı hazırlayıcısı sayarsak, aynı tarihin kanlı kargaşasına da bakabiliriz. Ta rihin bir anlamı olacaksa, bu anlam, yanlışlarımızı anla mamızı ve aşmamızı sağlamalıdır. D ünün tarihi sonrasız gerileyişimizin tarihi idiyse, yarının tarihi de sonrasız yükselişimizin, insanlığın uygarlığının tarihi olmalıdır. (1939 yılında Amerika Birleşik D evletleri’nde, İkinci Dünya Savaşı çıkmadan önce verilen konferans)
63
BALZAC ÜZERİNE NOTLAR Çok övgüye değer bir girişimi haber vermek istiyo rum. G enç bir yayınevi olan Franz Ledermann, Fransız edebiyatının N apoléon’u, Honoré de Balzac’ı Almanca yayımlamak gibi güç bir işe kalkıştı. Yayın planı şimdilik on cildi kapsıyor; gelgeldim bu tutum , bu iyi düşünceyi sanatsal bakış açısından sakatlamış oluyor (um alım aynı şey, kitapçılık açısından söz konusu olmasın). Çünkü Balzac’ın yaratısı, çok değişik öğelerden oluşma bir karı şım değil, bir bütündür. Balzac'ı yalnızca on ciltle temsil ettirm eye kalkışmak -B alzac’ı, bir başlangıç ve bir son, bir çıkış noktası ve bir dönüş olm ası- yalnızca Fransız edebiyatıyla sınırlanamayacak bu yazarı tek bir denem e de bütünüyle ele almak kadar zayıf ve iddialı bir girişim dir. Balzac’ı anlatmak için bütün bir kitap bile yeterli değildir. Bugünkü gibi bir vesileyle Balzac üzerine söyle nebilecekler, yalnızca bir anlamda onun sayfalarının ke narlarına yazılabilecek birtakım notlar, ünlem işaretleri ya da arada sırada iddiasız bir soru işaretçiği olabilir. Ama bütün bunlar hep parça parça, bazı notlar ve izlenimler niteliğiyle kalmaya yargılıdır. Açıklanması olanaksız bir sanatçıyı bütünüyle açıklamaya kalkışmak, nasıl düşü nülebilir?
65
H er şeyden önce, Balzac hangi on ciltle Alman oku runa tanıtılmalıdır? Elbet başyapıtlarıyla! Oysa işin aksi yanı şu ki, Balzac yaşamının başyapıtının, yani bütün ya ratısını oluşturan seksen yedi cildin dışında herhangi bir başyapıt yaratmamıştır. Belki bir-iki anlatısında, Çölde ihtiras’ta ve Tuhaf Ö ykülerin bazılarında, abartılı m im ari sinin kendini bütünüyle gösteremediği, bu yüzden bir oyun oynarcasına, sanki küçük takılar yapmakla yetindi ği o dar sınırlar içerisinde kalarak yetkinliğin sınırına yaklaşabilmiştir. Bunların dışında kalan bütün yapıtlarını Balzac’ın o yakıp kavurucu yaradılışı yok etmiştir; burada sözü edilen Balzac’ı çoğu kez sanrılarla alabildiğine bes lenmiş bir beyinle kesintisiz on sekiz saat çalışma masası nın başında yazmaya zorlayan o ateşli yaratma hırsıdır. Böyle günlerde Balzac, hem en hiçbir şey yemezdi; yarat ma hırsının kazanını ise yalnızca dum anı tüten koyu kah ve ısıtırdı. Balzac'ın bütün romanlarının, tıpkı Floransa saraylarındakiler gibi, sanki özenle kesilmiş taşlardan oluşma, olağanüstü tem elleri vardır. Dev bir yapı, hep daha yükselme peşindedir. Tipler son derece ayrıntılı iş lenmiştir; durum lar bilinçli bir dinginlik içerisinde oluş turulur; çeşitli yazgılar ise birbirlerinin karşısında ayak larını yere kendilerinden emin bir tavırla basarak eylem de bulunurlar. Ancak birbirlerine yaklaştıkça, tutum ları da daha bir vahşileşir. Sonunda hepsi birden sımsıkı bir yum ak içerisinde birleşirler; ateşli bir kargaşa bu yumağı param parça edip dört bir yana saçar. Başlangıçta sanat, sonda ise ucuz işçilik vardır. Yazar Balzac’ın başladığı işi, peşinde hep borçluların bulunduğu, tedirgin Balzac, ro m anı bir an önce yayımcısına teslim edebilm ek için, ne pahasına olursa olsun bitirir. Bir dokum acı titizliğiyle ip likleri birleştirir, fakat yumağı aceleci bir öğrenci gibi bir çırpıda paramparça eder. Paris’teki Ulusal K ütüphane’de yalnızca bir kez Balzac’ın elyazılarından birini elime aldı 66
ğımda, bu söylediklerimin kanıtını yazıların karakterin den kendi başıma çıkarabilm işim . Romanın başı ince, acele ürünü olmayan, Balzac’ın süslü yazısının elverdiği ölçüde neredeyse son derece okunaklı harflerle kaleme alınmıştı; son bölüm ler ise m ürekkep lekeleri arasından geçen, çarpık çurpuk, isteksiz olduğu belli bir yazıyla ta mamlanmıştı. Gerçek yeteneklerde hep görüldüğü üze re, en olumlu öğelerin kaynağı, aynı zamanda aksaklıkla rın ve yanlışların gizli gücünü de besler. Balzac olayında ürkmüş bir gökyüzüne ışık ve ateş akıtarak çevreyi olağa nüstü bir güzellikle aydınlatan, doğrudan bir volkanı an dıran yaradılışıdır; ama aynı yaradılış, söz konusu güzelli ği ertesi anda lavların altına gömüverir.
Balzac'ın rom anlarından yapılacak bir seçmenin her zaman eksik kalmasına yol açacak bir neden daha var. Balzac’ın hem en bütün yapıtları, yani insanlık Ko medyası öyle birbirine kenetlenm iştir ki, her biri ancak ötekiler aracılığıyla bütünüyle anlaşılabilir. Balzac, yaşa mı bütün dolgunluğuyla sergilemek için çaba harcamış olanların hepsi gibi, birinci düzlem de yaşamın anlatıcısı değil, fakat yalınlaştırıcısıydı. Balzac, önce b ütün dün yayı Paris’te odaklaştırır. A rdından bütün toplum u üç salona toplar. İnsanlığın bü tü n ü ise soyut niteliklerin taşlaşmış kalıplarını sergileyen birkaç tipte som utlaştı rılmıştır. M odern rom anın en üretken yaratıcısı olan Balzac, gücünü önem siz bireyleri anlatm ak için harca m am ış, fakat tanıdığı ve birbirleriyle belli bir anlam da benzeşen yüz insanı bir pro to tip te eritmiştir. Balzac, çok sayıda doktoru gereksinmez. Bir bilim adam ına ge rek duyulduğunda Bianchon, bir üniversite öğrencisi, bir profesör ya da eğlendirici bir geveze kimliğiyle beliriverir. Bu bağlamda olm ak üzere, Balzac’ın b ü tü n ro67
inanlarında Rastignac salonların aristokratı, Canalis şair, Lucien de Rubem pre ise gazetecidir - aynı insanlar, Balzac'ın bütün romanlarının eşiklerinde birbirleriyle karşılaşırlar. Ancak her tip, her rom anda yalnızca b ü tü nün bir parçasıdır. İyi yürekli, dindar, dürüst bir üniver site öğrencisi olarak Paris'e gelen ve ancak G oriot Ba ha’nın trajedisi sayesinde, insana "erkeklerle kadınlara, hedefe daha hızlı varabilm ek için bir dahaki mola yerin de ölm elerine belki de ses çıkarılmayacak posta arabası atlarından daha çok değer verm em ek gerektiği”ni öğrenebilen Rastignac'ı bilmeyen, Sönmüş Hayallerdeki züp pe, acımasız, vicdansız Rastignac’ı anlayamaz. Balzac’ın kahramanları, örneğin kahram anlarını ebenin ellerinden mezara kadar götüren bizim yeni Alman rom anlarım ız daki durum un tersine, tek bir kitapla tükenm ezler. Balzac'ın "gelişmeyi konu alan” romanı, aslında yirmi cilt ten oluşan insanlık Kom edyasının tam am ıdır; bu rom a nın kahramanı ise insanlardan biri değil, fakat o insanla rı birbirlerine sürükleyen yaşamın kendisidir. Ve yaşamı sonuna kadar yazmayı kimse başaramayacağından, buna kalkışan her anlatı bir torso olarak, binlerce parçadan oluşma bir parça olarak kalmaya yargılıdır.
Peki, Balzac’ın bütün bu insanlarını aslında nasıl de ğerlendirmek gerekir? Birer kalıp ya da kahraman, birer karakter ya da yalnızca birer tip - hangisi? Hepsinin tek ortak noktaları, tutkularıdır. Balzac yalnızca dalgalı yazgı larla, yoğun özelliklerle ilgilenir. Ayrıntılar, duyumsaması kendisine ne denli acı gelirse gelsin, ona göre yalnızca paletteki renklerdir; ezgi değil, ama çalgıdır. Balzac, silik insanları asla sevmemiştir. Yanılmıyorsam O n Üçlerin Ro m anında, her sokağa insani bir fizyonomi yakıştıran, bir evden bir karakteri, bir hayvandan bir türü çıkarabilen 68
Balzac, her insanı belirgin yanıyla, tek yanlı bir belirlenmişlikle, tutkusu içerisinde görmekten hoşlanırdı. İn sanlar onun romanlarına girmezden önce hem en hemen birbirlerinin aynıdırlar, yumuşak bir m addeden yapılma, kırılgan, hayalci, neredeyse ideal yaratıklardır. Balzac, on ları bu durumdalarken avucunun içine alır. H er birinin sırtına, kendi tutkusuyla biçimlenecek olan bir yazgıyı giydirir. Ve daha sonra bu insanlar salonlarda, caddelerde, yaşam denen arenada birbirleriyle karşılaştıklarında, artık birbirlerinin yabancısı olmuşlardır; çatışırlar ve kendi kendilerinin yazgısına dönüşürler. Aşk, bu tutkulardan yalnızca biridir ve üstelik en güçlüsü de değildir. Cousirı Pons'da (Kuzen Pons), iki kahramanın tabloları toplam ak ta gösterdikleri açgözlülük, servetini bir fahişeye harca yan yaşlı Baron Nucingen’in gözü dönm üş aşkı kadar güçlü değil midir? Balthazar Claes’i yok eden mucidin çılgınlığının, yaşamını kızlarına adayan G oriot Baha’nın evlat sevgisinin gücünden aşağı kalır yanı var mıdır? G e milerde forsa olarak çalışmış olan, Balzac’ın kitapları bo yunca belki yirmi maskeyle dolaşan Vautrin’in toplum a duyduğu nefret, Rastignac’ın kendini beğenmişliği, Delphine'in aşağılık tutum ları, M adam Vauquer’nin cimriliği, Schm ucke’nin iyi yürekliliği; bütün bu insanlar, erimiş m adenler gibi, tutkularının ateşi içerisinde birbirleriyle benzeşm ezler mi? Yazarların hiçbiri yazgının yönlendiri ci gücünü Balzac kadar vurgulamamış, doğuştan var olan tutkuların kuramını geliştirmemiştir.Tragedyanın tek kay nağı, tutkunun cehennem i gücüdür; ancak bu tutku, tıp kı Bonaparte’ın Napoleon olabilmek için çevresindeki b ü tün değerli generalleri harcayıvermesi gibi, öteki bütün duygulan boğan bir tutkudur. Böylesine ölçüsüz bir tu t ku hiçbir dengeyi kabullenemeyeceğinden, romanın sah nesini oluşturan yüzeyde ani bir aşağı kayma, dolayısıyla bir felaket gerçekleşir. Balzac’m hem en bütün romanları 69
felaketlerle, dış motiflerin sonrasız acımasızlığından kay naklanma çöküşlerle noktalanır. Balzac’ın kahram anlan, alacalı bir ordu gibidir. For sa mahkûmları, üçkâğıtçılar, bilimadamları ve kapıcılar, subaylar ve toplum da ne pahasına olursa olsun yüksel me peşinde olanlar - bunların hepsi de herhangi bir pa rolaları ya da hedefleri bulunmaksızın, aynı yolu izlerler. Balzac’ın bütün insanları, dünyanın simgesi olan Paris’e gelirler. Ve bir akşam ışıklar içerisinde yüzen bir sarayla, hayal gibi güzel bir hanımı ormana doğru götürm ekte olan şık bir faytonla karşılaşırlar. O zaman hepsinin ak imdan aynı düşünce geçer: bu sarayı, bu kadını, Paris’i, dünyayı ele geçirmek! Balzac’m kahramanları, birer dün ya fatihi olma peşindedir. Bu nedenle yollarını inatla sür dürürler. Biri kendini yıllarca bilimsel çalışmalara vere rek ve anatomi salonlarından geçerek, ötekiler güzel bir kokotun yatak odasından, savaşlardan, sosyete salonların dan yollarını bulmaya çalışarak ya da bilgelik taşını ara yarak aynı hedefin peşinden koşarlar. Aralarından belki ancak birkaçı hiçbir engel ve vicdan tanımayan Rastignac gibi hedefine varır; ötekiler ise bir çöküşe sürüklenip birbirlerini parçalarlar. Balzac’ın tragedyaları bunlardır. Balzac, insanların eylemlerinden ve karakter özelliklerin den kaynaklanma bütün olanakları eşi görülm edik bir kesinlikle belli bir hedefe yöneltmekle, Taine’nin ünlü denemesinde söylediği gibi, "Shakespeare ve Saint Simon gibi, insana ilişkin en büyük belgeseli bir araya getirm e yi” başarmıştır. Bu, dünya edebiyatında bir eşi daha bu lunmayan bir çalışmadır. Honoré de Balzac, Napoléon’un resminin altına şunları yazmıştı: "O nun kılıçla yapam a dığını ben kalemle başardım.” Bu arada Balzac’ın yaşamına da bir göz atalım. Bu yazar, insanlara ve yaşama ilişkin olarak nasıl bunca geniş 70
bilgi edinebilmiştir? Gerçek, bu bilmeceyi çözecek yer de büsbütün karışık bir konuma getirir. Balzac, yaşamı hem en hiç tanımamış, dünyayı tanımaya da ancak iki-üç yıl ayırmıştır. Gençlik yıllarında bir çatı katına kapanıp başyapıtlarını kaleme almıştır. Daha sonra gözünü para hırsı bürüm üştür; çünkü Balzac için para, yaşamın ken disi demektir; milyonlar kazanmak ve daha da ötesi, bunları har vurup harm an savurmak konusunda yete neklidir Kurduğu basımevi ve spekülatif girişimler, Balzac'ı yıkıma sürükler. Borçlarının baskısı altında bunal maktadır. Bunun üzerine yeniden ve gece gündüz yaz maya koyulur Gelgelelim borçlarında bir azalma olmaz. Para, para, para - kafasındaki tek düşünce budur. Yata ğından gece yarısı kalkar, ertesi gün yeniden gece olana kadar sürekli çalışır; ünlü olmuştur, ama bunun tam ola rak ayırdında değildir. Zaman zaman ancak kendi ro manlarının kahramanlarının kafasında oluşabilecek tür den fantastik projeler, Balzac'ı baştan çıkarır. Romalılar dan bu yana terk edilmiş olan Sardunya m adenlerini yeniden işletmeyi düşünür, borsada büyük bir oyun planlar, bu oyunu bulmaya çalışır, ama bütün bunlardan geriye kalan, hep yalnızca borçları olur. Yazıları, daha ka lem e alınmazdan önce satılmıştır. Yeni bir kitaba başla yabilmek için bir öncekini alelacele kâğıda döker. Aşırı buharla çalıştırılan m akine sonunda çatlar; bu dev yazar, tam istediği gibi bir yapıt yaratmaya vakit bulam adan, çok erken bir dönem de yıkılır.
D em ek ki Balzac, hem en hiçbir şey yaşayamamıştır. Başından geçen aşklar da yaşamdan çok edebiyata aittir. Bütün bu aşkların çıkış noktası, önceki m ektuplaşm a lardır; m odern yazarlar arasında en büyük sihirbaz olan Balzac, kahramanlarının serveti ve kitaplarında Paris’i sa 71
yısız kez fethedişi gibi, sevdiği kadını da düşlerinde var edebilirdi. Balzac’ın "yüz bin liralık bir gelir” diye yaz ması, hiç kuşkusuz örneğin bir lise öğrencisinin şiirlerin de aşk sözcüğünü kekelediğinde ortaya çıkan türden, neredeyse şehvet diye adlandırılabilecek bir çağrışıma yol açabilir. Dış dünyanın gerçeklerinden kopuk, yazı masasının başında nöbet geçirircesine çalışan Balzac için, yarattığı ve ardından birlikte yaşamaya koyulduğu kişilerin gerçeklik kazanmaları bir zorunluluktu. Bu, pa tolojik sanrıya çok yakın olan bir sanatsal sanrıdır. Flaubert,T aine’in anketine bir yanıt niteliğinde olmak üzere, bu sanrıyı konu alan unutulm az bir m ektup yazmıştır; buradaki sann, yazarı kavramlar aracılığıyla değil, fakat kendisi için gerçek olan insanlar aracılığıyla yaratmaya götürdüğünden, yalnızca yazarı plastisizme gitm e konu sunda yetenekli kılabilen bir sanrıdır. Taine, bu konum üzerine, sanki M ach’ın duyum lara ilişkin analizini okumuşçasına, çok doğru birkaç satır yazmıştır: İm g e le m ü rü n ü varlıkların, g e r ç e k n e s n e le rle aynı k o şu llard a d o ğ m a la n , v a r o lm a la n v e etkin lik g ö s t e r m e leri s ö z k o n u su değildir. B u n lar, sın ırsız n e d e n le rin s is te m a tik b ir b iç im d e yığ ılm asın d an kayn aklan ıriar.
D em ek ki bunlar, telkin edici nitelikte olduklarında, olgularla eşit düzeyde bir gerçeklik değerine sahiptir. İşte Balzac'ın yaşamını yalnızca bu düşünce açıklayabi lir. Bu yaşama karşı hep açlık duyan, iktidar isteği yüzün den neredeyse kafası karışmış insan, ancak yaşamın öte sinde kendine özgü dünyalar yaratarak, kendi yaratısının dünyasında m utluğu ve m utsuzluğu düşünülebilecek b ütün korkunç sarsıntılarıyla yaşayarak kendi yaşamına bir anlam kazandırabilmiş, tutkularını doyurabilmiştir.
72
Balzac’ın dış dünyâdan en yoğun biçimde algıladığı olgu, hep borç içinde olmasıdır. Daha önündeki kâğıdı doldururken hep bunu düşünür ve yaratısını, henüz oluş ma evresindeyken, kafasında paraya çevirir; bu durum da para düşüncesinin, Balzac’ın kahramanlarına ve kitapla rına da egemen olması doğaldır. Balzac böylece m odem romana yeni bir dünyanın kapılarını açmıştır. Gerek bü yük anlatılarında, gerekse bir şimşek ışığı gibi kayıp gidi veren anlarda, varlığın simgesi olarak parayla ilintili dü şünceleri kavrayabilmiştir. M ateryalist duygular, yazarla rını ilk kez Balzac’m kişiliğinde bulmuşlardır. Balzac, bir hanıma cebinde beş frangı bulunmadığı için bir araba tutamam akla, arabayı kıskançlıktan, inattan, kendini be ğenmişlikten ya da başkaca herhangi bir soyut nedenden ötürü esirgemenin genç bir adam için aynı ölçüde acı ve rici olduğunu kanıtlamıştır. Balzac’m bütün kahramanla rı para hesabı yaparlar. Melek yüzlü sevgililerini görme nin kendilerine neye mal olacağını bilirler. Bu bedel, ken di yıllık gelirlerini aşan bir terzi faturası, bir araba, bir gül, şık bir gömlek, uşağa verilecek bir bahşiş olabilir. Balzac’ın kahramanları, soylu bir locaya davet edildikle rinde sırtlarında eskimiş bir frakla gitmenin nasıl bir fela ket olduğunu bilirler. Bu durum , onların kafalarını en aşağı aşk ve sevgi sorunları kadar yorar; Balzac, bu nahoş trajedileri anlatmakla, m odern romana yaşamdan alınma sonsuz bir m alzeme dağarcığı armağan etmiştir. Fakat bu küçük olaylar belki de kendi gençliğine ait anılar Balzac için yalnızca kışkırtıcıdır. Son derece ustalıkla düşünül müş büyük borsa operasyonlarını betim lem ek ise Balzac’ı neredeyse bir tü r esrikliğe sürükler [bunun bir karşı ör neği olarak, D um as Pere’in aşağı yukarı aynı dönem de yazılmış romanında, M onte Kristo Kontu’nun 300.000 frangı elde etm e biçiminin ne denli çocukça kaldığı anımsanabilir}. O rdu m üteahhitlerinin, fırıncıların, bürokrat 73
ların, spekülasyoncuların, ihtilalden restorasyon dönemi ne kadar uzanan evrede elde ettikleri servetler, toplum da hızla yükselenlerin bu servetleri sahiplerinin ellerinden almaları. Balzac, parasal alandaki bu açgözlü gelgitleri, paranın akışını ve sonra yeniden eriyişini neredeyse bir şehvet ateşiyle anlatmıştır; çoğu kez servetin tükenm ez liği düşüncesinin yazarın kafasında yarattığı kargaşa içeri sinde, çok büyük paralar el değiştirir, milyonluk bir fırtı na gibi dilencilerin üstüne yığılır, sermayeler harcama tutkusuna kapılanın elinden su gibi akıp gidiverir. Bu bağlamda Paris, Balzac’ın karşısında dev boyutlar içeri sinde, isteklerin ve tutkuların kazanında kaynayan bir kent olarak belirir; tıpkı D ante’nin lanetlileri gibi, bütün insanlık tek bir düşünceyle kendi kendisini tüketir; çok para, sermayeler, milyonlar... milyarlar... Balzac için bu iktidar isteği, bir yaşam felsefesi m i dir? Büyük bir olasılıkla Balzac’m kendine ait bir felsefe si olmamıştır; çünkü o, bütün felsefeleri kendi iç dünyasın da yaşamıştır. Dehasının özünü oluşturan o sınırsız yan sıtabilirle yeteneğiyle, kahramanlarını konuşturduğu ve düşündürdüğü anlarda hiç kuşkusuz onların savunduk ları görüşlerin doğruluğuna da inanmıştır. Balzac, kavra m ın ortaya çıkışından çok önce (Trompe la M ort’da1, forsa m ahkûm unun kişiliğinde) nihilisttir, ikbal avcısı ve oportünisttir (Rastignac), özgecidir (G oriot ve daha baş ka sayısız kahramanı), materyalisttir (Bianchon), pozitivisttir ve felsefi anlamda düşünülebilecek daha başka her şeydir. G erek G all’in frenolojisiyle2, gerekse zamanının
1. G oriot Bobo'daki karakterlerden Vautrin’in takma adı. Kitabın Tü rkçe çe virisinde Azrail-Çadatan olarak geçmiştir. (Çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, 2000) (Y.N.) 2. Frenoloji ya da kafatası bilimi: İnsanın kafatasına bakarak karakter özellikle rini çıkarmayı konu edinen bilim dalı. (Ç .N .)
74
biyoloji ve kimya alanındaki kuramlarıyla yoğun düzeyde ilgilenmiş, düşünme eyleminin önündeki bütün olasılıkla rı aklının kıvraklığıyla özümseyip işlemiştir. Daha sonra, yazmaya oturduğunda, bütün bunlar kaynayan paradoks lar, pırıl pırıl doğrular, esprili özetler, kolaylıkla belitlere dönüşebilecek nitelikte olmak üzere kafasından fışkınvermiştir; fakat Balzac o aceleci üslubu içerisinde, bu belitleri işleyip yasalara dönüştürm ek ya da bir dünya görüşüne tem el yapmak için hiçbir zaman çaba harca mamıştır. Kendisi karşısında, kendi ruhu karşısında sanki um ursam az ve kaderci bir tavırdadır. Yalnızca tek bir gizli düşünce, insanın açığa vurmaya utandığı bir aşk gibi, Balzac'ı mistiğe yaklaştırmıştır; herkesten çok daha net görebilen Balzac, sonsuzluk düşüncesiyle kafasının karıştığını duyumsamış ve bir anlama özlem duymuştur. Swedenborg’dan esinlenilme, dikkate değer iki anlatı, Louis Lambert ile Séraphita, öteki yapıtlarına, sanki doğ rudan kendi yaşamından geliyormuşçasına uzak düşer. Yazar, bu anlatılara tıpkı Ateist A yini’nde özgür düşünce li kahramanın kimseye gözükmeden kiliseye girmesi gibi benliğinin derinliklerinde yatan inancın büyük bir bölü m ünü göm m üştür; ama bu inanç, bir daha olduğu gibi günışığına çıkarılamayacak kadar derinlerdedir. Orada, o noktada, Balzac’ın binlerce gökyüzünden korkuyla yer yüzüne çevrili bakışları, tıpkı Rodin'in heykelinde can landırmaya çalıştığı gibi, yine kendi iç dünyasına yönelir. Bize binlerce yaşamı, acıma nedir bilmeksizin, kabukla rından sıyrılmış olarak, en gizli özlerinin kor gibi parla yan ışıklarıyla sergilemiş olan Balzac, kendi varoluşunun en derinlerde yatan korlarını da aynı kararlılıkla o nokta ya gizlemiştir.
75
MARCEL PROUST’UN TRAJİK YAŞAMI Marcel Proust, savaşın sonlarına doğru, 10 Temmuz 1871 tarihinde Paris’te, ünlü bir doktorun ve zengin, hem de çok zengin bir ailenin oğlu olarak doğar. Ancak ne babanın doktorluk sanatı ne de annenin milyonluk serveti M arcel’in çocukluğunu kurtarm aya yetecektir; küçük Marcel dokuz yaşına geldiğinde, sağlığını bir daha kazanm am ak üzere yitirir. Boulogne O rm anı’na yapılan bir gezinti dönüşü bir astım nöbetine yakalanır; bu kor kunç bunalımlar, yaşamının sonuna değin göğsünü sıkış tırıp duracaktır. D okuz yaşından başlayarak yolculuklar, neşeli oyunlar, ele avuca sığmazlık, taşkınlık, kısacası ço cukluk dönem inin çatısı altında toplanan her şey küçük M arcel’e yasaklanır. Bu nedenle Marcel Proust, daha kü çük yaşlarında bir gözlemci olup çıkar; kırılgan, her za man hafiften tedirgin ve şaşkın, sinirleriyle duyulan ba kımından ölçüsüz duyarlı bir varlıktır. Doğayı tutkuyla sever; ama doğaya karışmasına çok ender izin verilir; ilk baharda ise bu, kesinlikle yasaktır, çünkü baharla birlikte polenlerin incecik tozu, doğanın nemi, çocuğun havadan nem kapan organları için çok zararlı olmaya başlar. Kü çük Marcel, çiçekleri tutkuyla sever; gelgelelim onlara yaklaşabilmesi de söz konusu değildir. Bir arkadaşı onun bulunduğu salona yakasında bir karanfille girse, Marcel 77
ondan bu çiçeği çıkarmasını istemek zorunda kalır; m a sada çiçek buketlerinin bulunduğu bir salonu ziyaret e t mesi ise, günlerce yatağa bağlanıp kalması için yeterlidir. Bu nedenle Proust, sevdiği renkleri, çiçeklerin solukla nan çanak yapraklarını camların ardından olsun görebil m ek için zaman zaman kapalı bir arabayla gezintilere çıkar. Ve yolculuklarında, hiçbir zaman gidemeyeceği yerleri hiç olmazsa okuyarak tanım ak için de durmaksı zın kitaplar, kitaplar alır. Bir kez Venedik’e gider; birkaç kez de deniz kıyısına iner; ne var ki her yolculuk, aşırı güç harcamasına yol açmaktadır. Bundan ötürü Proust, sonunda bütünüyle Paris’e kapanır. İnsanlara ilişkin bütün algılan, bu kapanışı ölçüsünde alabildiğine incelir. Bir konuşmadaki ses tonu, bir kadının saç tokası, birinin masaya oturup kalkma biçimi, toplum sal yaşamın en ince desenleri Proust’un belleğine eşsiz bir yoğunluk düzeyinde olmak üzere takılıp kalır. Yazann her zaman uyanık olan gözleri, en ince ayrıntıyı bir göz kırpma ânında bile yakalamayı başanr; bir konuşmanın bütün girdileri çıktıları, bütün akışları ve duraklamaları kulağında hiç bozulmaksızın kalır. Bu sayede Proust, daha sonra herhangi bir zamanda romanında Kont Norpois'nın konuşmasını yüz elli sayfa boyunca koruyabilir; bu ko nuşmanın hiçbir rastlantısal hareketi, duraklaması ve ge çişi, kısacası hiçbir soluğu eksik değildir. Proust'un gözle ri, bitkin düşmüş öteki bütün organlarının hareketliliğini ve canlılığını kendinde toplamıştır. Başlangıçta annesiyle babası, Proust’un üniversiteye gitmesini ve diplom at olmasını öngörmüşlerdir; ne var ki Proust’un bozuk sağlığı, b ü tü n bu niyetleri boşa çıkarır. Ama aslında acele etm eye de gerek yoktur; aile zengin dir; annesi, oğluna tapm aktadır; böylece Proust, yıllarını toplantılarda ve salonlarda harcayıp durur, otuz beş ya şma kadar büyük bir sanatçıda rastlanmış en gülünç, an 78
lamsız ve avare yaşamı sürdürür; bir snop kimliğiyle, sosyete diye adlandırılan zengin aylakların bütün prog ramlarına katılır, her yere gider ve her yerde de kabul görür. On beş yıl boyunca bu hassas, ürkek ve "monden” olan her şey karşısında abartılı saygı duyan gence en gi rilmesi güç salonlarda bile her gece rastlamak olasıdır; bu salonlarda Proust her zaman gevezelik eder, kur ya par, eğlenir, ya da can sıkıntısı içerisindedir. H er yerde kendine sığınacak bir köşe ve karışacak bir konuşma b u lur; ne tuhaftır ki, Faubourg Saint-G erm ain’in yüksek aristokratları bile bu adsız sansız yabancının varlığına sabrederler; aslında Proust’a göre bu durum , aynı zaman da en büyük zaferidir. Çünkü dışarıdan bakıldığında, genç Marcel Proust’un çarpıcı nitelikleri yoktur. Çarpıcı bir güzelliği ya da şıklığı sergilemez; soylulardan olmadığı gibi, üstelik bir Yahudi annenin çocuğudur. Edebiyat ala nındaki hizm etleri de kendisi için bir tavsiye m ektubu olabilmekten uzaktır; çünkü Hazlar ve Günler adlı kü çük kitapçık, Anatole France’ın Proust’un hatırına yaz mış olduğu önsöze karşın, herhangi bir ağırlık ya da ba şarı kazanamamıştır. Marcel Proust’u sempatik kılan tek yanı, eli açıklığıdır; b ü tü n kadınları değerli çiçeklere bo ğar; herkese beklenm edik armağanlar verir; herkesi da vet eder; en değersiz sosyete maskaralarına kendini be ğendirm ek ve sem patik göstermek için alabildiğine kafa yorar. Hötel Ritz’teki ünü, verdiği davetlerden ve akıl al maz bahşişlerden kaynaklanmaktadır. Amerikalı milyar derlerin verdiklerinin on katı bahşiş bırakır; bu nedenle otele girdiği anda bütün görevliler, Proust’un önünde yer lere kadar eğilirler. Verdiği davetlerde hem akıl almaz bir savurganlık, hem de yemek sanatının en görkemli örnek leri sergilenir. Proust, davetleri için “spesiyaliteler’i kentin çeşitli dükkânlarından ısmarlar; üzüm ler Rive G auche’taki bir dükkândan, piliçler C arlton’dan alınır; turfanda ye 79
miş ve sebzeler ise özel olarak N ice’ten getirtilir. Böylece Proust, sürekli olarak bütün Paris’i birtakım hoşluklarla kendine bağlar ve teşekkür borcu altında bırakır; ama kendisi için hiçbir şey istemez. Ancak bu sosyete içerisinde Proust'u, savrukça har cam aktan hoşlandığı parasından daha çok saydıran şey, sosyetenin kuralları karşısında duyduğu o neredeyse hastalıklı denebilecek saygıdır, kendini etikete neredey se kul köle etm esidir; modaya, m onden olana verdiği olağanüstü önemdir. Proust, aristokratların gelenekleri ni neredeyse yazılı olmayan bir kutsal kitapmışçasına yüceltir; bir masadaki oturm a düzeni, Prenses X .in ne den Kont L.yi masanın sonuna, Baron R.yi ise başına oturttuğu sorusu Proust’un aklını günlerce meşgul eder. H er küçük dedikodu, her geçici skandal karşısında b ü tün dünyayı sarsan bir felaket söz konusuymuşçasına heyecanlanır; Prenses M .nin verdiği davetler dizisinin hangi gizli aralıklarla gerçekleştirildiğini ya da bir başka aristokrat hanım ın M ister F.yi locasında neden kabul e t tiğini öğrenebilm ek için belki on beş kişiye sorular sorar. Ve Marcel Proust bu tutkusu sayesinde, daha sonra ki taplarına da egem en olacak ve önemsizleri önem sem ek diye özetlenebilecek tu tu m u sayesinde o gülünç, yalnız ca oyundan ibaretm iş gibi gözüken dünyada bir pro to kol ustası kimliğini kazanır. Çağımızı en derinden etki lemiş ve en parlak kafalı insanlardan biri, on beş yıl bo yunca aylakların ve şöhret avcılarının arasında bom boş bir hayatı sürdürür; gündüzleri bitkin ve ateşler içeri sinde yatağında yatar; akşam lan ise frakını sırtına geçi rip davetten davete koşar; zam anını davetlerle, m ektup larla, toplantılarla harcayıp durur; Marcel Proust, ken dilerini beğenm ekten başka bir şey yapamayanların gün lük şenliklerinde belki de varlığı en gereksiz olan insan dır; kendisine her yerde hoş gözle bakılır, ancak varlığı 80
hiçbir yerde gerçek anlamda algılanmaz; aslında öteki frakların ve beyaz papyonların arasında bir fraktan ve bir papyondan başka bir şey değildir. Ancak onu ötekilerden ayıran tek bir özelliği vardır: H er akşam eve dönüp yatağa girdikten sonra, her za manki uykusuzluğu başladığında, gözlemledikleri, gör dükleri ve duydukları üzerine sayfalarca not tutar. Za manla bu kâğıtlar, dosyalar içerisinde korunan yığınlara dönüşür. G örünüşte kralın sarayında basit bir saraylıdan başka bir şey olmayan Saint-Simon’un aslında gizliden gizliye bütün bir dönemin tasvirini ve yargıçlığını yapma sı gibi, Marcel Proust da tout Paris'ye1 ait ne kadar sudan ayrıntı varsa, notlar, düşünceler ve taslaklar halinde kâğı da geçirir; amaç, günün birinde bütün bunları belki de kalıcı bir şeylere dönüştürebilmektir. Şimdi ruhbilimcileri ilgilendirecek bir soru: Birincil olan nedir? Hasta ve yaşamaktan aciz bir insan olan Mar cel Proust, on beş yıl boyunca salt içinden öyle geldiği için mi böylesine aylak bir yaşamı sürdürm üştür? T uttu ğu notlar, yalnızca çok çabuk geçip giden bir sosyete ya şamının uzantıları mıdır? Ya da Proust salonlara, tıpkı bir kimyagerin laboratuvara ya da bir botanik bilgininin ça yıra gitmesi gibi, büyük bir yapıt için belli etmeksizin m alzem e toplam ak amacıyla mı gitm ektedir? Sergilediği maske midir, gerçek yüzü m üdür? Günlerini gün etm ek ten başkaca bir şey düşünm eyenlerden biri midir, yoksa bambaşka bir âlemden gelme bir casus m udur? Aylak ay lak dolanmasının nedeni, sırf böyle yaşamaktan hoşlan ması mıdır, yoksa hesaplı bir davranış mı? Sosyetenin ya şamına ilişkin kurallara duyduğu o delice tutku, Proust için bir gereksinim ve yaşamın ta kendisi midir, yoksa uğ
1. (Fr.) Tüm Paris. (Y.N .)
81
raşına tutkuyla bağlı bir analizcinin son derece başarılı maskesi mi saymak gerekir? Büyük bir olasılıkla bu iki yön, Proust’un kişiliğinde öylesine büyülü, öylesine dâ hiyane denebilecek bir biçimde birleşmişti ki, kaderin sert yumruğu onu ansızın oyunların ve konuşmaların ege menliğindeki bir aylaklar dünyasının o perdeleri hep ka palı, karanlık, yalnızca kendi içinden gelen ışıkla zaman zaman aydınlanan atmosferine itmeseydi eğer, sanatçı doğası Proust'un kişiliğinde kendini büyük bir olasılıkla hiçbir zaman kabul ettiremeyecekti. Çünkü Proust’un ya şamında sahne, çok ani değişmiştir. 1903 yılında annesi ölür; bu olaydan kısa süre sonra doktorlar, Proust’un git tikçe kötüleşen durum unun iyileşmesi olanaksız bir has talıktan ileri geldiğini saptarlar. Bunun üzerine Marcel Proust, yaşamını bir çırpıda baştan aşağı değiştirir. Haussm ann Bulvarı’ndaki evine sımsıkı kapanır; hep can sıkın tısından yakınan aylak adam, bir gecede yüzyılımızın ede biyat alanında gördüğü en çalışkan em ekçilerden birine dönüşür; bir gecede kendini insanı en çok eğlendiren top luluklardan yalnızlıkların en derinine atar. Bu dönem de yazarın portresi, trajik bir portredir: Marcel Proust, bü tün gün boyunca yatağındadır; zayıf, öksürüklerden ve krizlerden bitkin düşmüş vücudu hep üşür. Yatağında sırtına üst üste üç gecelik geçirmiştir; göğsünde vatkalı göğüslükler, ellerinde kalın eldivenler vardır ama Proust yine de üşür, üşür, üşür. Şömine sürekli yanar; pencere asla açılmaz; çünkü caddedeki birkaç cılız kestane ağa cından gelen zayıf koku bile, ki bu kokuyu b ü tü n Paris’te Proust’un göğsünden başka hiçbir göğüs algılayamaz, ca nının acıması için yeterlidir. Yazar, bir kadavra gibi kıvrıl mış konum da hep yatar, yatar; ilaçlarla zehirlenmiş, ağır laşmış havayı güçlükle ciğerlerine çeker. Ancak akşamın geç saatlerine doğru biraz yerinden doğrulur; biraz ışık, biraz parıltı görme ihtiyacını duyar; o sevdiği şıklık at 82
mosferini yaşamak, birkaç aristokrat yüzü görmek ister. Uşağı, frakını giydirir, boynuna atkılar sarar, sırtına kat kat kürkler koyar. Daha sonra Proust, birkaç kişiyle geve zelik edebilmek, taptığı atmosfer olan lüksü görebilmek için R itz’e gider. Kapalı arabası bütün gece boyunca Ritz’in kapısında bekler; sonra uşak ölesiye yorgun düş m üş olan efendisini alıp yeniden eve taşır. Marcel Proust, artık hiçbir davete katılmamaktadır; bu kuralı yalnızca bir kez bozar. Romanı için soylu bir aristokratın davranış ve tutum una ilişkin bir ayrıntıyı gereksinmektedir. Bu yüzden bir gün, herkesin şaşkın bakışları arasında bir da vete gider; amacı, Sağan D ükü’nün m onoklünü nasıl taktığını gözlemlemektir. Bir başka gece ise Paris’in ünlü kokotlarından birine gidip yirmi yıl kadar önce bir gün Boulogne O rm anı’nda giydiği şapkanın hâlâ durup dur madığını sorar; O d e tte ’i betim lem ek için bu şapkayı ge reksindiğini söyler. Ama kadının kendisine nasıl güldü ğünü görünce düş kırıklığına uğrar; kadın, sözü edilen şapkayı çoktan hizm etçisine vermiştir. Araba, ölesiye yorgun olan Proust’u R itz'ten eve getirir. H ep yanmakta olan sobanın üzerinde P roust’un gecelikleri ve göğüslük leri asılıdır; çoktandır soğuk çamaşırları giyememektedir. Uşağı, yazarı iyice sarıp sarmaladıktan sonra yatağına gö türür. Ve Proust orada, önüne koyduğu tepsinin üstünde, Kayıp Zam anın izinde adlı kapsamlı romanını yazmayı sürdürür. Yirmi dosya, taslaklarla tıka basa dolmuştur; yatağının çevresindeki koltuklar, masalar, dahası yatağın kendisi irili ufaklı kâğıtlarla kaplıdır. Ve böylece Proust gece gündüz, uyanık olduğu her saat, kanı ateşten kavru lur, eldivenli elleri soğuktan titrerken sürekli yazar, ya zar, yazar. Kimi zaman bir dostu ziyaretine gelir; Proust, büyük bir merakla ona sosyeteye ilişkin türlü ayrıntılar sorar; sönmeye yüz tutm uşken, meraklı duyargalarını bir kez daha artık yitirmiş olduğu bir dünyaya, m onden 83
dünyaya doğru uzatır. Dostlarını av köpekleri gibi çevre ye salar; bu dostların görevi, Proust’un falanca ya da fi lanca kişiye ilişkin en küçük ayrıntıları bile öğrenebilme sini sağlayabilmek için, ona şu ya da bu skandal hakkın da bilgi yetiştirm ektir ve P roust,-kendisine yetiştirilen her şeyi sinirli bir açgözlülükle hem en not eder. Ateş ise vücudunu eritmeyi sürdürür. İnsan Marcel Proust, acı nası bir beden olarak gittikçe daha solarken, roman ya da daha doğrusu Kayıp Zamanın izinde başlığı altında top lanan roman dizisi gittikçe derinlere, enginlere uzanır. Romanın yazımına 1905 yılında başlanmıştır; 1912 yılında Proust, romanın bittiği kanısına varır. Roman, üç kalın cilt doldurur gibidir (ancak basım sırasında yapılan eklemelerle ortaya on cilt çıkmıştır). Artık yazarın kafası nı meşgul eden konu, bu yapıtın nasıl yayımlanacağıdır. Kırk yaşında olan Marcel Proust, hiç tanınmam ış biridir; aslında durum u, tanınmamışlıktan da kötüdür; edebiyat alanında Proust’un kötü bir şöhreti vardır: Marcel Proust, hani şu salon züppesi; arada sırada Figaro'da salonlar üze rine küçük anekdotlar kaleme alan şu monden yazarcık (bu arada okuduklarına hem en hiçbir zaman dikkat et meyenler, Marcel Proust’u, Marcel Prévost diye okum uş lardır). Hayır, böyle birinin elinden iyi bir şeylerin çıkma sı düşünülem ez. Bu durum da Proust’un dolaysız yoldan yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bunun üzerine dostlan, bazı ilişkilerin yardımıyla yapıtın yayımlanmasını sağla maya çalışırlar. Yüksek bir aristokrat, Nouvelle Revue Française'i yönetm ekte olan A ndré G ide’i davet eder ve romanı ona verir. Ancak daha sonra bu romandan yüzbinlerce frank kazanacak olan Nouvelle Revue Française, ret cevabı verir, Mercure de France ile O llendorff’un tu tumları da bundan farklı olmaz. Sonunda bu işe girişme ye razı olan yeni ve yürekli bir yayıncı bulunur; fakat dev yapıtın ilk cildi aradan iki yıl geçtikten sonra, yani 1914 84
yılında yayımlanabilir. Ve başarı kanatlarını tam açmak üzereyken çıkan savaş, uçuşu engeller.
Savaştan sonra, yani ilk beş cildin yayımlanmasının ardından, Fransa ve bütün Avrupa çağımızın bu en ken dine özgü epik yaratısının ayırdına varmaya başlar. G el geldim ünün parıltıları, artık yalnızca bitkin düşmüş, ateşler içerisinde yanan bir insan kalıntısını, zavallı bir hastayı aydınlatabilm ektedir; Proust’un kalan gücünü toplam aya çalışmasının tek nedeni, yapıtının yayımlanışını görebilmektir. Hâlâ akşamlan neredeyse yarı sürü nerek R itz’e gitmektedir. Orada, örtülü bir masanın ba şında ya da kapıcı locasında son düzeltm eleri yapm akta dır; evinde, odasında, yatağında artık m ezann yakınlığını duyumsadığından, kaçmaktadır. Kendini yalnızca bura da, sevdiği m onden atm osferde biraz olsun güçlü duyumsayabilmektedir; eve vardığında ise kolu kanadı kırılmışçasına yığılıp kalmakta, ya uyuşturucularla yorgun luğunu daha da artırm akta ya dostlarıyla kısa söyleşiler yapabilmek ya da biraz olsun çalışabilmek için kafein den m edet ummaktadır. D urum u gittikçe daha hızla kö tüleşmekte, yaşamının uzun zaman dilimleri boyunca tem bel kalmış olan insan, şimdi ölüm ün önüne geçebil m ek için gittikçe daha çok çalışmaktadır. Artık doktorla rı görmek istem em ektedir; doktorlar yıllar boyunca acı çektirmişler, fakat iyileştirememişlerdir. Böylece Proust, kendini tek başına savunur; 18 Kasım 1922 günü ise son nefesini verir. Artık kaçınılmaz sonun ufukta iyice belir ginleştiği son günlerinde bile kendini sanatçının tek sila hıyla, yani gözlemle savunmaya çalışır. Kahramanca bir bilinçlilik içerisinde, kendi durum unu son ânına değin çözüm lem eye çalışır; tuttuğu son notların amacı, kahra manı Bergotte’un ölüm ünü düzeltmelerde daha saydam, 85
daha inandırıcı kılmak, yazarın değil, ancak ölmekte ola nın bilebileceği en son, en m ahrem ayrıntıların da yapıta eklenmesini sağlamaktır. Proust’un en son hareketi bile gözlem olur. Ve ölenin devrilen ilaçlarla kirlenmiş kom o dininin üstünde, okunması neredeyse olanaksız bir kâ ğıtta, yazarın artık yarı soğumuş parmaklarıyla yazdığı son sözcükler bulunur. Bunlar, öm rü ancak dakikalarla ölçülebilecek biri tarafından, yazılması yıllar alacak yeni bir cilt için tutulm uş notlardır. Böylece Proust, tokadını ölüm ün yüzüne indirmiş olur: Bu, ölüm korkusunu ölü me kulak vererek yenmeyi başarmış olan sanatçının son görkemli jestidir.
86
DÜNYAYA AÇILAN KAPI OLARAK KİTAP Yeryüzündeki devinimin bütünü genelde insan aklı nın iki buluşunu tem el alır: Uzamdaki devinimin odak noktası, yuvarlanarak giden, ekseninin çevresinde hızla dönen tekerlektir; tinsel düzlem deki devinimin temeli ise yazının bulunuşudur. Herhangi bir yerde herhangi bir zaman sert tahtayı ilk kez yuvarlak bir janta dönüştü ren, adı bilinmeyen insan, bütün insanlığa ülkeler ve halklar arasındaki uzaklığı aşmayı öğretmiştir. Böylece arabayla bir çırpıda bağlantı kurabilmiş, yükler yolculu ğa çıkabilmiş, bilgi kazandırıcı yolculuklar yapılabilmiş, belli yemişleri, maden filizlerini, taşları ve ürünleri ik limlerle çizili dar sınırlar içine sokan doğanın bu sınırla yıcı iradesi ortadan kaldırılmıştır. Her ülke artık yalnız başına yaşar olmaktan çıkıp bütün dünyayla bir ilişki içerisine girmiştir. Doğu ve batı, güney ve kuzey, taşıtlar aracılığıyla birbirine yaklaşmıştır. Ve tekerleğin, lokom o tiflerin altında dönen, otomobilleri bir çırpıda ilerleten, pervaneleri döndüren ilerlemiş tekniklerin yerçekimi gücünü yenmesi gibi, aradan geçen zaman içerisinde üs tü yazılı ruloyu çoktan geride bırakıp tek tek yapraklar dan kitaba varmış olan yazı da ölüm lü insanoğlunun ya şantılarının ve deneyim lerinin trajik sınırlanmışlığını ge ride bırakmıştır. Kitap sayesinde artık kimse kendi ken87
dişiyle yalnız başına kalmış, kendi bakış açısının duvarla rı arasına sıkışmış değildir; isteyen, geçmişin ve şimdinin bütün olaylarına, bütün insanlığın duygu ve düşünce evrenine katılabilir. G ünüm üzde tinsel dünyamızın b ü tün ya da hem en hem en bütün tinsel devinimleri, tem e lini kitapta bulmaktadır; kültür diye adlandırdığımız mad de üstü yaşamın kitapsız düşünülebilmesi olanaksızdır. Kitabın özel ve kişisel yaşamımızdaki bu ruha boyutlar katan, dünyalar yaratan gücünün bilincine ancak çok en der olarak ve çok kısa zaman parçaları boyunca varırız. Çünkü kitap, çoktandır günlük yaşamımızda, onun hep yeni m ucizeler sergileyen özünün her defasında yeniden ayırdına varmamızı engelleyecek kadar doğal bir nesne olup çıkmıştır. Nasıl her soluk alışımızda içimize oksijen çektiğimizi ve kanımızın bu görünm ez besinle kimyasal yoldan gizemli biçimde tazelendiğini düşünm ek aklımı zın ucundan bile geçmezse, okuyan gözlerimiz aracılı ğıyla sürekli ruhsal m alzem e aldığımızın, böylece tinsel organizmamızı tazelediğimizin ya da yorduğum uzun ayırdına da'hem en hiç varmayız. Okum ak, yüzlerce yıl lık yazının oğulları ve torunları olan bizler için neredey se bedensel bir işleve, bir otom atizm e dönüşm üştür; il kokul birinci sınıftan başlayarak elimizin altında bulu nan kitap ise o denli doğal bir biçim de bizimle var olan, bizim için var olan bir nesnedir ki, ceketimize, eldivenle rimize, bir sigaraya, bütün bu kitlesel üretim ürünlerine elimizi uzattığımızda sergilediğimiz umursamazlığı, bir kitaba uzanırken de çoğu kez sergileriz. Bir değerin ko lay ulaşılabilirlik niteliği, her zaman ona duyulan saygıyı da azaltır; alışılagelmiş olan, ancak yaşamımızın gerçek anlamda üretici, düşüncenin egemen olduğu ve iç dün yamızın bakış açısından görülmüş anlarında bizim için yeniden bir m ucize düzeyine yükselebilir. Kitaptan yaşa m ım ıza geçen ve kitabı bizim için, XX. yüzyılda onun 88
varlığının mucizesi olmaksızın iç dünyamızın varlığım da düşünemeyeceğimiz ölçüde önemli kılan o sihirli, ruhu harekete geçirici gücü, ancak böyle bilinçli saatlerimizde algılayabiliriz. İnsanın yaşamında böyle anlar enderdir; fakat ender olduğu içindir ki böyle bir an, uzun zaman ve çoğu kez yıllar boyunca anılarımızdan silinmez. Bu bağlamda ol mak üzere ben de, iç dünyamızın, kitapların o hem gö rünen, hem de görünmeyen dünyasıyla ne denli derin ve yaratıcı bir biçimde kaynaşmış olduğunu kesinlikle anla dığım günü, yeri ve saati hâlâ çok iyi anımsıyorum. Öyle inanıyorum ki, bu tinsel aydınlanma ânını alçakgönüllü lük kaygısına düşmeksizin anlatmak hakkına sahibim; çünkü sözünü ettiğim yaşantı ve bilinçlenme ânı, kişisel olmasına karşın, yalnızca benim rastlantısal kişiliğimle sınırlı olmanın ötesinde bir andır. O sıralarda sanırım yirmi altı yaşındaydım, kendim de birkaç kitap yazmış bulunuyordum , dolayısıyla bulanık bir tasarımı, bir dü şün, bir fantazyanın uğradığı o gizemli dönüşüm ü, ayrıca bütün bunların, tu h af yoğunlaşmaların ve ayrımlaşmala rın aracılığıyla sonunda kitap dediğimiz ciltli dikdörtge ne dönüşmesini biraz olsun biliyordum; üstüne fiyat vu rulup satışa sunulmuş, görünüşte her türlü iradeden yoksun bir mal gibi vitrinde duran bu nesne, yine de tek tek her nüshası bir ruh taşıyan, satılık olmasına karşın kendi kendisine ait bulunan, aynı zamanda da yaprakla rını merakla çevirene, bundan daha ileri ölçüde olmak üzere okuyana ve nihayet bütünüyle olmak üzere de yalnız okumakla kalmayıp tadına da varana ait bir nes neydi. D em ek ki bir ölçüde insanın kendi özünden bir kaç damlanın yabancı damarlara akıtıldığı, yazgının yaz gıya, ruhun ruha karıştırıldığı bu betimlenmesi olanaksız kan nakli sürecine ilişkin olarak ben de bir şeyler öğren miştim; gelgeldim basılı yazının özünden kaynaklanan 89
etkinin büyüsünün, derinliğinin ve şiddetinin bilincine henüz tam olarak varabilmiş değildim; bu konudaki bel li belirsiz düşüncelerim i daha son noktaya kadar geliş tirm em iştim . Bu, şimdi anlatm ak istediğim gün ve saat te gerçekleşti. O sıralarda Akdeniz’de, bir İtalyan gemisindeydim; Cenova'dan N apoli’ye, oradan Tunus ve Cezayir’e git mekteydik. Yolculuk günlerce sürecekti; gemi ise nere deyse boş gibiydi. Bu nedenle sık sık m ürettebattan genç bir İtalyan'la konuşuyordum; asıl kam arotun bir tü r yar dımcısı sayılabilecek bu delikanlı kabinleri süpürüyor, güverte tahtalarını ovuyor ve insanların sıralamalarına göre alt hizm etler sayılan bir dizi hizm eti yerine getir m ekle yüküm lü bulunuyordu. G üldüğünde dudakları nın arasından dişleri inci gibi parlayan kara gözlü, bronz tenli bu m uhteşem delikanlıyı izlemek, başlı başına bir zevkti. Gülm eyi ve şarkı söylercesine İtalyanca konuş mayı seviyordu; bu m üziğe canlı jestlerle eşlik etmeyi de hiç unutm uyordu. Bir mim dehasıyla her insanın jestle rini yakalayıp karikatürize ederek yansıtabiliyordu; diş siz kaptanın konuşması, yaşlı İngiliz’in baston gibi dim dik ve sol om zunu öne çıkartarak güvertede yürüyüşü, aşçının yem ekten sonra büyük bir gururla yolcuların önünde gezinmesi ve kendi doldurduğu m idelere bak ması gibi. Bu bronz tenli, yaban gençle gevezelik etmek, eğlendiriciydi; çünkü düm düz bir alnı ve dövmeli kolları olan, kendi anlattığına göre vatanı Lipari Adaları'nda yıl larca çobanlık yapmış bu gencin genç hayvanlarınkini andıran bir sokulganlığı vardı. O ndan hoşlandığımı ve gemidekiler arasında en çok onunla konuşmayı sevdiği mi hem en hissetmişti. Bu nedenle kendisiyle ilgili her şeyi bana açıkça anlatmıştı; iki günlük bir yolculuğun ardından, aramızda dostluğu andırır bir şeyler doğm uş tu. Fakat ansızın aramıza görünm eyen bir duvar giriver 90
di. Napoli'ye yanaşmıştık; gemi her limandaki normal besinleri olan köm ürünü, yolcularını, sebzelerini ve pos tasını aldıktan sonra yeniden yola çıkmıştı. G ururlu Posillipo yine küçücük bir tepeye dönüşmüş, Vezüv’ün üzerindeki bulutlar da soluk sigara dumanını andırmaya başlamıştı; o sırada ansızın yanıma yaklaşan İtalyan gen ci, yüzünde geniş bir gülümseme ve gururlu bir ifadeyle bana henüz aldığı, buruşuk bir m ektubu gösterdi ve ona okumamı rica etti. Olayı hem en kavrayamadım. Giovanni’nin yabancı bir dilde, Fransızca ya da Almanca, büyük bir olasılıkla bir kızdan gelen -b u delikanlıyı kızların beğenmeleri do ğaldı- bir m ektup aldığını ve yazılı olanları İtalyancaya çevirmemi istediğini düşündüm . Ama hayır, m ektup İtalyancaydı. O halde neydi benden istediği? M ektubu be nim de okumamı mı istiyordu? Hayır, diye yineledi nere deyse heyecanla, istediği, m ektubu ona, evet, kendisine okumamdı. Ansızın her şeyi anlamıştım: Bir resim kadar güzel, akıllı, doğal bir zarafetin taşıyıcısı olan bu genç ço cuk, ulusunun istatistiklerle yüzde yedi ya da sekiz olarak hesaplanan okuma yazma bilmeyenler grubuna giriyor du. Avrupa’da artık tükenm ekte olan bu neslin herhangi bir üyesiyle daha önce konuşmuş olup olmadığımı o anda anımsayamadım. Giovanni, karşılaştığım ilk okuma bilmeyen Avrupalıydı ve o anda ona büyük bir olasılıkla hayretle, artık bir dosta bakar gibi değil, fakat ender bir şeye bakar gibi bakmıştım. Ama daha sonra isteğini elbet yerine getirerek m ektubunu okudum; mektup, Maria ya da Carolina adlı bir terzi kızdan geliyordu ve içinde, b ü tün ülkelerdeki genç kızlar, bütün dillerde delikanlılara neler yazarlarsa, onlar vardı. Ben m ektubu okurken Gio vanni bakışlarını dudaklarımdan ayırmıyordu; her sözcü ğü aklında tutabilm ek için nasıl bir çaba harcadığının ayırdına varabiliyordum. Teni, kaşlarının üzerinde kırış91
mıştı; dinlemek, her şeyi tam olarak aklında tutabilm ek için harcadığı çaba, yüzünü bu denli etkilemişti. M ektu bu ağır ağır iki kez okudum; Giovanni sanki her sözcüğü içercesine içine sindirdi, hoşnutluğu gittikçe arttı, gözleri parladı, dudakları yaz ortasında kırmızı bir gül gibi yayıl dı. Daha sonra bir gemi subayının yaklaşmasıyla birlikte benden ayrılıp gitti. Bütün olup biten, bundan ibaretti. Ama asıl yaşantı, şimdi benim iç dünyam da başlıyordu. Bir şezlonga uza nıp bakışlarımı gecenin yumuşak karanlığına diktim. Bu tu h af karşılaşma, beni tedirgin etmişti. Yaşamımda ilk kez okum a yazma bilmeyen biriyle, üstelik akıllı olduğu nu bildiğim, bir arkadaş gibi konuştuğum , Avrupalı bir okum a yazma bilmeyenle karşılaşmıştım; şimdi ise dün yanın böyle yazıya kapalı bir beyne nasıl yansıyabilece ğini düşünüyor, dahası bu yüzden acı çekiyordum. Okuyamamanın nasıl bir şey olduğunu gözüm de canlandır maya çalışıyordum; kendimi o insanın yerine koyarak düşünm eye çabalıyordum. Eline bir gazete alıyor, ama gazetede yazılı olanları anlamıyor. Bir kitap alıyor; kitap, tahtadan ya da dem irden biraz daha hafif, köşeli, renkli, ama amaçsız bir nesne gibi elinde kalıyor; ne yapacağını bilmeksizin, kitabı yine bırakıyor. Bir kitapçının önünde duruyor; altın yaldızlı sırtlarıyla o güzel, yeşil, sarı, kır mızı, beyaz, dikdörtgen biçimli şeyler onun için resm e dilmiş yemişlerden ya da camın ardından kokulan alına mayan, kapalı parfüm şişelerinden farksız. O insanın önünde Goethe, D ante ve Shelley gibi kutsal adlardan söz ediliyor, ama bu adlar ona hiçbir şey ifade etmiyor, cansız heceler, boş ve anlamsız bir yankı olarak kalıyor. Bu zavallı insanın ölü bulutların arasından güm üş rengi bir ayın çıkıvermesi gibi, tek bir kitap satınndan doğabi lecek büyük m utluluklardan hiç haberi yok, betim len miş bir yazgının ansızın bir okurun iç dünyasında yol 92
açabileceği derin sarsıntıları tanımıyor. Kitabı tanımadığı için, bütünüyle kendi duvarlarıyla çevrili olarak, karanlık bir yaşam sürdürüyor. Bütün ile hiçbir bağıntısı bulun mayan böyle bir yaşama, boğulmadan ya da yoksullaş madan nasıl katlanılabilir? Yalnızca gözün, kulağın rast lantı sonucu kaptıklarıyla ve kitaplardan fışkıran dünya atmosferini içine çekmeden nasıl yaşanabilir? O kum a yan, tinsel dünyanın dışında kalmış insanın konum unu tasarımlayabilmek için gittikçe daha yoğun bir çaba har cıyordum; bir bilginin, kazıklardan yapılma bir yapının kalıntılarına bakarak bir taşdevri insanının yaşamını ye niden kurgulamaya çalışması gibi, ben de okuma ve yaz ma bilmeyen birinin yaşam biçimini yapay olarak gö züm de canlandırmak peşindeydim. Gelgelelim eline hiç kitap almamış bir insanın beynine, böyle bir Avrupalının düşünm e biçimine inemiyordum; duyma özürlü biri yal nızca tanım lam alar yardımıyla müziğe ilişkin bir tasarım oluşturmayı ne ölçüde başarabilirse, ben de bu işte an cak o ölçüde başarılı olabiliyordum. Kendimi okum a ve yazma bilm eyen birinin yerine koymayı başaramayınca, bu kez, düşünm em e yardımcı olur um uduyla, kendi yaşamımı kitaplarsız tasarımlama ya çalıştım. Düşüncelerim de önce yazılı iletişim, özellik le de kitaplar aracılığıyla edindiklerim in tüm ünü bir saat için olsun yaşamımdan çıkarmayı amaçladım. Fakat bu nu bile başaram adım . Ç ünkü kendi “b en ”im diye du yumsamakta olduğum şey, kitaplardan ve eğitimden bilgi, deneyim ve duygu gücü adına, kişisel yaşamımın ötesin de, dünyayı duyum sam a adına aldıklarımı ondan uzak laştırmaya kalkıştığımda bütünüyle eriyip gidiyordu. Hangi nesneyi ve konuyu düşünürsem düşüneyim , bu düşünm e eylemi kitaplara borçlu olduğum anıları ve de neyimleri de beraberinde getiriyordu; her sözcük, okun muş ya da öğrenilmiş bir şeye ilişkin sayısız çağrışımlara 93
kaynaklık ediyordu. Örneğin o anda Cezayir’e ve Tunus’a gitm ekte olduğum u anımsadığımda, "Cezayir” sözcüğü ne elimde olmaksızın yüzlerce çağrışım yapışıveriyordu - Kartaca, Baal, Salambo; Livius’ta, Pönlerle Romalıla rın, Scipio ile H annibal’in Z am a’daki karşılaşmalarını tasvir eden sahneler; aynı sahnenin G rillparzer’in kale minden çıkma, tam am lanm am ış dram atik betimlemesi; bunların arasına bütün renkleriyle Delacroix’nın bir tab losu ve Flaubert'in bir peyzaj betimlemesi de sıkışıveriyordu. Cervantes’in, İm parator V. Karl’ın ordusuyla C e zayir’e saldırırken yaralanışı1 ve bunun gibi daha binler ce ayrıntı, Cezayir ve Tunus sözcüklerini söylememle ya da yalnızca düşünm em le birlikte sihirli bir biçim de gö züm de canlanıveriyordu. İki bin yılın savaşları, bütün bir Ortaçağ tarihi ve daha sayısız bağlantı birbirini itip ka karak belleğimden dışarı fırlıyor, çocukluk günlerimden bu yana okum uş ve öğrenmiş olduklarımın tüm ü, bu tek sözcüğe alabildiğine zenginlik katıyordu. Ve anlıyordum: Geniş boyutlu, türlü bağıntılar içerisinde düşünebilm e yeteneği ya da insanoğluna bu doğrultuda armağan edil miş olan beceri, dünyaya çeşitli düzeylerden bakabilm e nin bu tek ve görkemli yolu, yalnızca kendi deneyim le rinin ötesinde, çok sayıda ülkelerden, insanlardan ve za m anlardan kitaplara geçip saklanmış deneyim leri de özümseyebilmiş olana aittir; kendini kitaplara kapamış olanın dünyasının ne kadar dar olduğunu düşünm ek, beni sarsıyordu. Ö te yandan b ütün bunları derinliğine düşünebilm em i, zavallı Giovanni’nin dünyanın verebile ceği zevklerden yana yoksun kaldıklarını bunca güçlü
I. İnebahtı D eniz Savaşı kastediliyor. OsmanlI donanması ile müttefik H ıris tiyan donanması arasında 1571 yılında meydana gelen savaşta ünlü İspanyol yazar Cervantes. İspanyol birlikler arasında yer aldı ve çarpışmada ciddi ya ralar aldı. (Y.N .)
94
duyumsayabilmemi, yabancı birinin yazgısı karşısındaki bu sarsılma yeteneğini de edebiyatla ilgilenmeme borçlu değil miydim? Çünkü okuduğum uzda yaptığımız, ya bancı insanların iç dünyalarına girmekten, onlara kendi gözleriyle bakmaktan, onların beyinleriyle düşünm ekten başka bir şey midir? Yaşadığım ve teşekkür borçlu oldu ğum o tek ânı çıkış noktası yaparak, kitaplardan almış olduğum sayısız m utlulukları gittikçe daha canlı ve daha berrak bir biçim de anımsamaya başladım; tıpkı gökyü zünde yıldızların birbirine eklenmesi gibi, iç dünyamda da örnekler birbirini izlemeye başladı; yaşamımı bilgisiz liğin dar boyutlarından kurtarıp enginleştirmiş, bana de ğerler arasındaki farkları göstermiş, bir zamanlarki çocu ğa henüz zayıf ve olgunlaşmamış bedeninden çok daha güçlü heyecanlar ve deneyim ler getirmiş olan tek tek örnekleri anımsadım. Şimdi anlıyordum; Plutarkhos’u, M idshipm an’in denizlerdeki serüvenlerini ya da Lederstrum pf’un av serüvenlerini okum anın bir zamanlarki çocuğun ruhunda onca derin coşkular yaratmış olması nın nedeni buydu; bir burjuva evinin dört duvarı arasına zorla giren, yaban ve kaynayan bir dünya, aynı zamanda bir anlamda o duvarları da yıkmıştı; dünyamızın enginli ğini, ölçüsüzlüğünü ve bu dünyada yitip gitme isteğini ilk kez kitapların yardımıyla tanımıştım . Bütün heyecan larımız, kendi kendimizi aşma isteğimiz, yaradılışımızın bu en iyi yanı, bu kutsal susamışlık, kitapların bizi hep yeni yaşantıları kana kana içmeye zorlayan tuzundan kaynaklanmadır. Yine bu bağlamda olmak üzere, kitap lardan esinlendiğim önemli kararlan, benim için kimi dostlarımdan ve kadınlardan daha önemli olan, artık ya şamayan yazarlar ve şairlerle karşılaşmalanmı, kitaplarla yaşadığım ve tıpkı öteki aşk geceleri gibi, insanın hazdan uykuyu ihmal etm esine yol açan aşk gecelerini anımsa dım. Düşündükçe, tinsel dünyam ızın tek tek izlenim le 95
rin milyonlarca m onadından oluştuğunu, bunların çok azmin görm ekten ve yaşamaktan kaynaklandığını anlı yordum - geride kalanların hepsini, o büyük kitleyi ise kitaplara, okunanlara, yazı yoluyla iletilenlere ve öğreti lenlere borçluyduk. B ütün bunlar üzerinde düşünm ek, olağanüstü bir şeydi. Kitaplar aracılığıyla yaşadığım, çoktan unutulm uş m utluluklar yeniden aklıma geliyor, birine ilişkin anımsama bir sonrakinin canlanmasına yol açıyordu; gecenin kadife yumuşaklığındaki gökyüzünde yıldızları saymaya kalkıştığımda, hep yeni ve daha önce ayırdına varmadığım yıldızların ortaya çıkıp sayma işle mini karıştırması gibi, iç dünyam ın derinliklerine baktı ğım zaman da orada yıldızlar içerisinde yüzen ikinci gök yüzünün sayısız ışıklarla kaplı olduğunun, tinsel düz lem de ta t alabilme yetim iz sayesinde çevrem izde yine gizemli bir müzikle dalgalanan ikinci bir evrenin bulun duğunun ayırdına varıyordum. Kendimi, kitaplara hiçbir zaman kitapları düşündüğüm , ama elim de tutm adığım o saatte olduğu kadar yakın duym am ıştım ; bunun nede ni, düşünm e eylemini, kendini bütünüyle açmış bir ru hun bütün bilgi dağarcığıyla gerçekleştirm em di. Dış görünüşü bakım ından bizden farkı bulunm ayan, ama okum a yazma bilm eyen, düşünce dünyası hadım edil miş ve bu kusuru nedeniyle, sevgiyle ve yaratıcı bir tu tum la daha yüce bir dünyaya erişebilme olanağından yoksun o zavallı gençle ilgili yaşantım, bana kitabın, her bilene her gün evreni sergileyen kitabın, b ü tü n büyüsü nü duyum satm ıştı. İster tek bir kitapla, ister kitapların bütünüyle ol sun, yazılmış ve basılmış olanın, tinsel düzeydeki dil ile tişiminin değerini bir kez bu enginlik içerisinde yaşamış olan, günüm üzde aralarında akıllıların da bulunduğu çok sayıda insana egemen bir dar görüşlülük karşısında ancak acımayla gülümseyebilir. Bu insanların yakınmala96
rina bakılırsa, kitabın dönemi kapanmış, söz tekniğin ol m uştur; gramofon, sinema aygıtı ve radyo, sözü ve d ü şünceleri çok daha ustaca ve rahatlıkla iletebildiklerinden, kitabı geriye itmeye başlamışlardır; kitabın kültür tarihi açısından taşıdığı misyon, çok yakında geçmişe karışacaktır. Oysa bu, ne kadar dar bir görüş ve yine ne kadar kısır bir düşünm e biçimidir! Teknik, binlerce yıllık kitabın gerçekleştirdiği mucizeyi aşan, aşmak bir yana, ona erişebilen bir mucizeyi nerede gerçekleştirebilmiştir ki? Kimya, bugüne kadar ne etkisi kitap kadar yaygın ve bütün dünyayı sarsıcı ve patlayıcı m adde bulabilmiş, ne de öm rü, kitap denen o bir avuç basılı kâğıttan daha uzun bir çelik levha ya da dem ir beton geliştirebilmiştir. H enüz hiçbir elektrikli ışık kaynağı, incecik bir cildinki kadar parlak bir aydınlık yaratamamıştır; basılı sözle iliş ki kurulduğu anda ruhu dolduran gücün yoğunluğu, hâlâ hiçbir yapay güç akımıyla karşılaştırılabilecek gibi değildir. Hiçbir zaman yaşlanmayan ve yok edilemeyen, zaman içerisinde değişime uğramayan, en küçük kalıplar içerisinde en yoğun güçleri saldayabilen kitabın teknik ten korkması için hiçbir neden yoktur; çünkü tekniğin kendisinin de öğrendiklerinin ve onu daha iyiye götüren değişimlerinin kaynağı, yalnızca ve yalnızca kitaplar de ğil midir? Kitap, yalnızca kendi özel yaşamlarımızda de ğil ama her yerde bütün bilginin ve bütün bilimlerin başlangıç noktasıdır. Ve insan hayatın bütününü, ancak kitaplarla kurduğu içtenliğin yoğunluğu ölçüsünde de rinliğine yaşayabilir; çünkü sevgi dolu olan insan, ancak kitabın görkemli yardımları sayesindedir ki dünyayı yal nızca kendi gözleriyle değil, fakat bir m ucize gibi, sayısız insanların ruhsal bakışlarıyla görebilir.
97
PAUL VERLAINE’IN YAŞAMI Abartmalarla dolu kimi söylencelerin etkisiyle, Paul Verlaine'in yaşamı genç kuşağa çok rom antik gözüküyor. Şairin kendisi de, "Pauvre Lélian” kimliğiyle, ilk bohème sanatçı, burjuva edebiyatından nefret eden bir sinik, de hası gücünden kaynaklanan biri ve bir başkaldırıcı sayılı yor. Oysa Verlaine'in kişiliğinin böyle asi bir yaradılışla hiçbir ilintisi yoktu; onun tek gücü, güçsüzlüğüydü ve büyüsü de dirençsizliğinden kaynaklanmaktaydı. En sı radan taşra burjuvazisi ortam ında doğan Verlaine, evin den ve m em uriyetinden bir kez zorla koptuktan sonra serüvenciliğin m utluluklarını değil, ama hep kendi dört duvarını, karısını ve çocuklarını, Kilise’ye ilk kez kabul edilişinden bu yana içinde beslediği inancı, sevecenliği ve uzlaşma ortam ını özlemiştir; dahası, hapishaneye bile özlem duym uştur; çünkü hapishane, işi istemeyerek ser seriliğe vurm uş olan sanatçının gözünde bir tü r yuva ni teliğini kazanmıştır. O nu baştan çıkaran, çalkantılı yıllan boyunca kendisine eşlik eden Rim baud, ancak yabancı diyarlarda, yabancı bir gökyüzünün altında rahat soluk alabilir; gerçek anlamda bir özgürlük tiryakisidir; Verlaine ise yaşamı boyunca istem eden bir bohème, kendinden tiksinen bir şair, hep lirik bulantılann pençesinde kıvra nan bir alkolik olarak kalır, Defalarca kendini içki deni 99
zinden kurtarıp sakin bir burjuva yaşamının kıyılarına ulaşmaya çabalar. Bazen bir çiftçi, bazen öğretm en, yazıişleri m üdürü ve hatta resmî dairede çalışan bir m em ur olmak ister; niyeti hep sessiz, huzurlu ve düzenli bir ya şama geri dönmektir. Sınıfını şaşırmış olan bu insanın burjuva yaşamına geri dönmesini engelleyen, isteksizliği değil, ama bu dönüş için gerekli güçten yoksun oluşudur. Bir kez yuvarlanmaya başladıktan, onu burjuva yaşamın da tutan m enteşelerden çıktıktan sonra, sürekli ve önü alınmaz bir hızla boşluğa düşer; çünkü özellikle zayıf insanı, kendi içinde düşüşe karşı bir direnç oluşmadığın dan, en güçlü insan bile tutam az. O lağanüstü bir şairlik gücünün yanı sıra, ruhsal ve ahlaki açıdan sınırsız bir güçsüzlük - Verlaine’in yaşa m ının kendine özgü yanı, işte budur. Kaderinde renkli denebilecek ayrıntılar varsa da, aslında yalnızca tek bir dönüm noktasına rastlanılabilir. Bu, hem en her sanatçı biyografisinin ağırlık noktasını oluşturan bir çıkış eyle midir. G erçek büyüklerin biyografilerine göz gezdirildi ğinde karşılaşılan manzara, hep aynıdır. Yazgı, herhangi bir noktada, gençlik dönem inin ya da yaşamın orta yerindeyken yaratıcı insanı yakalayıp çekilmiş olduğu kö şeden, güvenli atm osferinden zorla koparır ve bir top gibi bilinm eze doğru fırlatır. Bir sıkışıp kalmışlığın, alış kanlığın, yerleşik düzenin içerisinden -kim i zaman bire yin iradesiyle gerçekleşen- bu kaçış, bu düşüş, bütün yaratıcılara ortak bir eylem dir ve onları bazan hapse, bazan yalnızlığa götürür, ama nereye giderlerse gitsinler, hep çağlarına bir m eydan okum a içerisindedirler. Ve ey lem, hep aynıdır; rahatı yerinde olan saray orkestrası şefi Richard Wagner, günün birinde ansızın barikatlara tır m anır ve bu yüzden kaçmak zorunda kalır; Schiller, oku lundan kaçar; Bakan Goethe, Karlsbad’dayken ansızın arabasını hızlatır ve doludizgin İtalya’ya, daha özgür, da 100
ha bağımsız bir yaşama koşar; Lenau’un Amerika’ya, Shelley’in İtalya’ya, Byron’ın Yunanistan’a gidişlerini, hep bu bağlamda düşünm ek gerekir; hep tereddüt etmiş, fa kat çağrıyı aslında çoktan duymuş olan biri, yani Tolstoy ise seksen yaşında, ateşler içinde ve ölümcül hastayken, bir kış gecesi arabaya atlayıp yurtluğundan kaçar. Bü yüklerin hepsi, ama hepsi rahatlarını bırakıp bu ani ka çışları zindandan kaçarcasına gerçekleştirmişler, varlarını yoklarını bir anda, yazarı ve şairi bütüne, zamanı ve dün yayı uzak bir yıldızdan izliyormuş gibi gördüğü bir son suzluk noktasına doğru iten, ateşli, sonsuz güçlü -v e üs telik bilgece!- bir içgüdünün zorlamasıyla, bir zar atımı na bağlamışlardır. Güçlü olan için bu çıkış, bu yarma eylemi önce bu nalım, ardından da iyileşme demektir. Zayıflar ise kan kaybından ölüp giderler. Dante, sürgündeyken İlahi Ko m edyayı, Cervantes ise zindanda Don Kişot'u yaratır; G oethe, Wagner, Schiller ve Dostoyevski, gittikleri yer lerden bakışları daha bir parlak, güçleri yüz katına çık mış olarak dönerler. Yaptıkları çıkış, onlara kendilerine giden yolu, düşüşleri ise evrenin yolunu açmıştır. Zayıf lara gelince, onlar boşluğa düşerler; kendilerini hem sı kıştıran, hem de bu sıkıştırma nedeniyle (tıpkı düşen bir atın çoğu kez arabanın okuna tutunm ası gibi) tutan ge leneksel burjuva yaşamından bir kez çözülen bütün bu aşırı duyarlı ve ölüm cül kişilikler, yaradılışları gereği de ğil, ama aşın sinirliliklerinden, zayıflıklarından, sabırsız lıklarından ötürü isyankâr olan G rabbe’ler, G ünther'ler, W ilde'lar, Verlaine’ler, gittikçe daha acizleşerek bir uçu rum dan aşağı yuvarlanırlar; yaşamları gibi yaratıları da gittikçe erimeye, ufalanmaya yüz tutar. G erçek büyük lük ile yalnızca sarsıcı olanı birbiriyle karıştırmak, ancak kadınlara özgü ve duygusal bir yanılgıdır; Verlaine’in ya şamı trajik ve çok sarsıcı diye nitelendirilebilir, ama bu 101
sönmeye yüz tutm uş alevi bütün bir yaşam boyunca oluşturulm uş bir yapıt, biyografik bir trajedi diye nite lendirmek, ancak bir zorlama olabilir. Bu yaşamın hiçbir noktasında dram atik denilebilecek bir tırm anm a yoktur; yine bu yaşamda bir kahramana, bir boğuşmaya, karşıt lıkların savaşımına da rastlanmaz. Bu yaşam, yalnızca bir parçalanmadır, ufalanmadır, bir aşağı kayış ve çamura dö nüşmedir; bir çöküştür, uçurum a yuvarlanma sürecidir. Verlaine’in yaşamı, hiçbir noktasında bir soyluluğu, ör nek bir büyüklüğü sergilemez; hep sıradan ölçüler içeri sinde kalır. Güçsüzlüğüyle insanın içini burkar, sarsıcılığı yalnızca sergilediği zayıflıktan kaynaklanmadır; insanı m utlu eden tek yanı ise, dile getirdiği ezgilerdir. Böylece Paul Verlaine adı, m erm er ve bronzdan bir kahramanlık anıtının değil, fakat kaderin eliyle yoğrulmuş, gelip geçi ci, ama unutulm az bir acı yumağının ifadesidir.
Paul M arie Verlaine -şair, ikinci adını ancak büyük değişim dönem inde yeniden anım sayacaktır- 30 M art 1844 tarihinde, aslen Lothringen’li bir Fransız yüzbaşı nın oğlu olarak dünyaya gelir. W aterloo Savaşı’na da ka tılmış olan babası, zengin bir mirasyediyle evlenmiş, kısa süre sonra da Fransız rantiye geleneğine uyarak or dudan ayrılıp karısı ve çocuğuyla Paris’e yerleşmiştir. 1865’te öldüğünde, aile servetinin önemli bir bölüm ü spekülatif girişimlerde harcanmıştır. Ama geride hâlâ rahat bir yaşama yetecek kadar para kalmıştır. Duyarlı ve sinirli yaradılışta olan Verlaine, annesi ve bir kuzini tarafından şım artılarak böyle bir atm osferde yetişir. Ya tılı okulda geçen birkaç yılın sonunda, utangaç ve se vimli çocuk, tam bir Parisli bıçkın olup çıkar; yaşamının sonlarında dizelerinden yansıyacak olan şakacı ve um ur samaz tavırla kötünün dile getirilişi, 1860’lı yıllarında 102
yatakhanedeki ortak yaşamın kalıntılarıdır. Ancak bıç kınlıkla eşzamanlı olarak -k i bu eşzamanlılık, bir rast lantı değildir- Verlaine’in kadınsı karakterinin tipik bir belirtisi olmak üzere, yaratıcı erkekliğin ve gençliğe özgü melankolinin erken belirmesi olarak şair Verlaine’de ken dini gösterir. Poèmes Satumiens'in (Zühal Şiirleri) çoğu şiirleri, Verlaine henüz okul sıralarındayken kaleme alınmıştır. Bu şiirler, iyi yürekli kuzin Elisa’nın baskı giderleri için avans vermesi sayesinde Lenm erre tarafından -tu h a f bir rastlantı sonucu François C oppée’nin ilk yapıtıyla aynı günde- yayımlanır ve basında "hoş bir düşmanlıkla" kar şılanır. Alman şairlerinin tersine, Fransız şairleri o zam an lar -bugün de olduğu gibi- şiir yazmaya geçimlerini sağlayabilecek bir uğraş gözüyle bakmazlardı. Bu şairle rin hiçbiri, hayatını düzeyli lirik edebiyatla kazanmayı ciddi olarak denemiş değildir. Verlaine de kısa bir üni versite öğrenciliği dönem inin ardından, ailesinin rıza sıyla bir burjuva uğraşı seçmeye karar verir; genç Fransız şairlerinin çoğu gibi o da, fazla tehlikeli olmamasından ötürü, devlet m em uriyetinde karar kılar; bu işte bütün yapacağı, birkaç saat boyunca koltuğunu ısıtmak, biraz gevezelik etm ek, bir kâğıda bir şeyler çiziktirm ek, dışa rıya karşı bir şeyler yapıyorm uş gibi gözükmek olacak tır. Buna karşılık dolaşmak, edebiyat çevreleriyle istediğince ilişki kurm ak ve kendini bütünüyle şiire verm ek için bol zam an bulacaktır. H er Fransız burjuvasının ide ali olan küçük bir gelir, babasının mirasından ötü rü şair için zaten güvence altındadır; aşırı tedirgin edici tu tk u ların varlığı ise pek söz konusu değildir. Böylece genç Paul Verlaine, tam am en burjuva üslubunda, parasal sı kıntılardan uzak, neşeli ve son derece normal bir yaşam sürdürür. G örünüşte her şey bir düzene ve güvenceye 103
bağlanmıştır. Verlaine’in başlangıçta çizdiği görüntü, bir devlet dairesinin tem bel atm osferinde güzel şiirler yaz makla işe başlayan, otuz yıl şiir yazıp çalıştıktan sonra şeref nişanı alıp akademiye giren Fransız şairlerinin tipik görüntüsüdür; Verlaine’in, yaşça kendisinden büyük bü tün meslektaşlarıyla, Anatole France ve François Coppée gibi yaşıtlan, uyanıklık göstererek bu zahmetsiz yolu seç mişlerdir. Bir şiir atmosferinin sessizliğinde geçen bu erdemli yaşamdaki tek kara bulut, erken yaşlarda başlamış olan alkol alışkanlığıdır. Zayıf, zaaflarına her zaman boyun eğen bir insan olan Verlaine, bir tek atm adan hiçbir kafenin ve meyhanenin önünden geçemez; sarhoşluk, bu duyarlı ve sinirli insanı bir çırpıda kötücül bir acımasız lığa iter. Böyle zamanlarda saldırgan olan Verlaine, tıpkı G ottfried Keller’in Berlin yıllarında yaptığı gibi, arkadaş larını dövm ekten çekinmez; zamanın akışı içerisinde al kol, sessiz ve ısrarlı bir kemirmeyle bu kişiliğin yumuşak ve duyarlı bütün yanlarını alıp götürür ve onu kendisine karşı yabancılaştırır. Verlaine, ilk kez kuzini Elisa’nın ölü m ünden sonra şiddetli bir bunalım geçirir; iki gün boyun ca üzüntüsünden ağzına bir lokma koymaz; fakat yine üzüntüsünden, iki gün iki gece sürekli içer; sarhoşluğu yüzünden amirinden azar işitmek zorunda kalır. Verlaine, alkole olan tutkunluğunu, “Le seul vice impardonnable", yani yaşamının tek affedilmez kötü zaafı diye nitelendir miştir. Zaten şairi ağır ağır uçurum a yuvarlayan da bu tek zaafı olur. Verlaine'in yaşamının ilk büyük olayı, yani ilk aşkı da henüz son derece sıradan bir çizgidedir. Bir arkadaşını ziyaret ettiği sırada tanıştığı M athilde Monté, on altı ya şında neşeli, sarışın, narin yapılı, m asum iyet ve bekâret timsali bir genç kızdır. Gençliğinde bir m aym un kadar çirkin, ürkek, aynı zam anda hem utangaç, hem de şehvet 104
düşkünü bir insan olan, para karşılığı yatacağı kadınlan, tıpkı bir kadeh içki içercesine, ilk rastladığı köşeden top layan rom antik Verlaine, bu kızı hem en bir azize ve kurtancı gibi görür. İçkiyi bırakır, içkisi, kum arı olmayan bir dam at adayı gibi kızın annesiyle babasına gider; nişan, saygı dolu bir atmosferde gerçekleşir. Verlaine, sevgilisi ne yazdığı m ektuplarla, bir lise öğrencisi gibi, sevecenlik ve sadakat kokan dizeler de yollar; ancak bunlar bir lise öğrencisinin elinden çıkma şiirler olmayıp sonradan gençlik dönem inin en güzel ve özgün yapıtı diye anıla cak olan Tatlı Şarkı adlı kitapta bir araya gelen o m uhte şem nişan dönem i şiirleridir. Bu şiirlerde Verlaine’in kişi liğinin şehvet dolu ve karanlık yanı, tertem iz bir tutkuya karışmış, Tannhâuser çılgınlığından kurtulm uş bir ruhun ifadesi olm uştur; o eski ve çoğu kez düzm ece melankoli, bu şiirlerde bir ezgiye dönüşmüştür. Ancak Prusya toplarının sesleri, bu cennet atm osfe rini bozar. 1870 Savaşı çıkar; Verlaine, gerçekleşmesini hiç istemediği bir askere çağrılma olasılığından önce dav ranmak için, Alman orduları Sedan’a yaklaşırken ale lacele evlenir. Bunca olum suz belirtilerle başlayan evli lik pek iyi gitm ez. Buna küçük sıkıntılar ve bunalım lar da eklenir. Politikayla ilgilenmeyen Verlaine, yine de is tekleri kıramayarak Komün dönem inde işine gidecek yerde devrim yönetim i için gazete kupürlerinden kolaj lar yapmıştır. Başkaldırı bastırıldıktan sonra kendini pek rahat hissetm ez. Gerçi m em uriyetine geri dönm esine engel yoktur; ama artık büro yaşamından bıkmıştır. Böyle köklü değişim dönem lerinde tedirginlik, yansımalarını bireylerin yaşamlarına kadar iletir (bunu bizler de kendi çağımızda yaşadık!); b ü tü n dünyayı sarmış olan çılgın özgürlük rüzgârları, Verlaine’deki kıvılcımları da ateşler. Şair artık kendini evinde, karısının ailesinin çatısı altın da rahat hissetm em ektedir. Mesleğini de sevm em ekte 105
dir; öfkesinden içer, içtikçe kabalaşır, geçimsizlikler ar tar; kısa süre sonra Verlaine’in yeni doğan oğlunun da dahil olacağı aile düzeni, güçlükle ayakta durmaya başlar. Verlaine'in bütün benliği, onu bir çıkış, bir yarma hare keti yapmaya zorlamaktadır; iç dünyası, tıpkı G oethe’nin İtalya’ya kaçışından önceki sıkıcı birkaç yılında olduğu gibi, kaynamaktadır. Şair gitmek, herhangi bir yere kaç mak istemektedir; gelgeldim böyle bir çıkışı yapabilecek güçten yoksundur; kendi gücüyle iyiye de, kötüye de yönelemeyecek kadar zayıftır. O nu kendi kendisinden uzak laştırabilmek için bir başkasının varlığı gereklidir.
1871 Şubatı’nda küçük bir taşra kenti olan Charlesville’den hiç beklemediği bir m ektup alır; oldukça ço cuksu ve beceriksiz bir ifadeyle kaleme alınmış olan m ektup, A rthur Rim baud diye biri tarafından im zalan mıştır. Ama m ektuba eklenmiş birkaç şiir karşısında Verlaine, hayranlıktan sarsılır. Bu satırlar, aslında birer söz cük patlamasıdır; çizilen görüntüler hiçbir ölüm lünün düşleyemeyeceği ölçüde fantastiktir. Verlaine için bu di zeler bir elektriklenm enin, yabancı ve yazgıları değişti rebilecek bir doğa gücünün kaynağıdır. Verlaine, dizeleri dostlarına gösterir. O nun hayranlığını dostlan da payla şırlar; "Sarhoş Gem i" adını taşıyan, bir yüreğin bütün dünyayı saran vuruşlarını dile getiren görkemli şiir, ilk kez okunur; Verlaine, bu tanımadığı insanı coşkulu bir m ektupla acele Paris’e çağırır: "Geliniz, sevgili büyük dost, sizi bekliyorum, sizi istiyorum." Ve Rim baud gelir; gelen, Verlaine’le dostlarının bekledikleri gibi yetişkin bir adam değil, ama çocuksu bir delikanlıdır; şeytani bir bedensel gücün taşıyıcısı gibidir; bozuk bir çocuk yüzü ve zorbalık kokan yumruklarıyla, tam bir Vautrin tipidir. Karanlık bakışlarıyla, insanlara yakınlık göstermez, asık 106
suratlı davranır; yalnızca içtiği zaman ve dizelerin evre ninde, erguvan rengi coşkuların insanıdır; kadınların bu lunduğu masalara oturduğunda, bir dev gibi yemek yer ve tek sözcük söylemez. Daha önce üç kez okul sırala rından kaçıp Paris’e gelmiş, üç kez geri gönderilmiştir; şimdi ise o şeytani iradesiyle, Paris’e yapışıp kalmakta kararlıdır. Verlaine için bu meteor, bir şans kapısıdır. Bu gencin kişiliğinde sonunda tinsel düzeyde kendisinden üstün, bir erkeğin gücünü taşıyan, onu kamçılayan, güç lendiren ve kendi kendisinden koparıp alabilen dostu bulabilmiştir; daha on yedi yaşında olduğu halde bütün Nietzsche’lerden daha radikal olan büyük amoralist Rimbaud, Verlaine’e anarşiyi; edebiyatı, aileyi, yasaları, H ı ristiyanlığı aşağı görmeyi öğretir. Katı, alaycı ama bir doğa gücü kadar güçlü sözleriyle onu yapışıp kalmış ol duğu yum uşak topraktan koparır. Köklerinden uzaklaştı rır. Önceleri birlikte Paris’te dolaşırlar, içerler ve konu şurlar, konuşurlar ve içerler; olağanüstü güçlü, şeytani bir dehanın taşıyıcısı olan Rimbaud, yalnızca kendini daha özgür hissetmek, sarhoşluk atm osferinde ölçüsüz yaradı lışına daha sadık kalabilmek için içerken, Verlaine hep korkunun, pişmanlığın, m elankolinin etkisiyle içer. Za yıflığından ötürü içer. Rimbaud, kendisinden yaşça b ü yük dostu üzerinde giderek sihirli, cehennem i bir güç sahibi olur; Verlaine’i bir kadınmış gibi boyunduruk altı na alan şeytani bir kocaya dönüşür ve sonunda, 1872 yılında ikisi birlikte yollara düşerler. Verlaine, karısıyla çocuğunu terk edip arkadaşıyla Belçika ve İngiltere’ye uzanan serüvenli bir yolculuğa başlar. Bu arada boyun duruk, gittikçe ağırlaşmaktadır. Bu dostluğa gizli cinsel öğelerin ne ölçüde karıştığı, her zaman tahm in düzeyin de kalacaktır ve sonuç olarak dünyayı ilgilendirmemesi gereken bir noktadır; ancak dışarıya karşı öfkeli delikan lının yumuşakbaşlı adam üzerindeki despotça iktidarı, 107
hep yükselen bir grafik çizer. Rimbaud, dem ir gibi irade siyle Verlaine’i, zincire vurulm uş bir m ahkûm gibi pe şinden sürükler; Verlaine, bu boşa geçen yıllar boyunca babasından kalan mirasın hem en tam am ını Ale ve Porte r’daki m eyhanelerde harcar. Ama sonunda zayıflığına karşın doğrulur. Londra’nın kötü kokulu sislerinin içeri sinde ansızın sıcak yuvasına, annesi aracılığıyla bir çift likte yeniden birlikte yaşamalarını önerdiği karısına, ço cuğuna, huzura ve güvenceli bir yaşama özlem duymaya başlar. Okuldan kaçan bir yatılı okul öğrencisi gibi Lond ra'dan kaçar; R im baud’yu orada beş parasız ve yalnız bırakarak, karısından haber getirecek olan annesiyle b u luşmak üzere Brüksel'e koşar. Fakat annesi kötü haber getirm ektedir. Verlaine’in karısı, serüvenci ve m eyhane kuşu kocasıyla yeniden bir evlilik denem esi yapmaya razı değildir. Yardımsız, dostlarsız ve kadınsız ne iyiye ne de kötüye doğru bir adım atabilen zayıf Verlaine, kendini bir kez daha yalnızlığın içinde bulur. H em en arkadaşına, iradesinin efendisine, sevgili işkencecisine bir telgraf çekerek onu Brüksel’e çağırır. Rim baud gelir; Verlaine annesinin yanında, düş kırıklığının ve heyecanın yarattığı aşırı gerginlik içeri sinde ve her zamanki gibi sarhoş olarak onu beklem ek tedir. Ve Rim baud onunla birlikte gelmeye hazır oldu ğunu bildirip yum ruğunu masaya vura vura önce para istediğinde, Verlaine’in gözleri öfkeden görmez olur; ce bindeki revolvere sarılarak R im baud’ya iki kez ateş eder ve onu hafifçe yaralar. Rim baud kendini dışarı, sokağa atar; kendi yaptığı karşısında dehşete düşm üş olan Ver laine ise özür dilem ek üzere onun peşinden fırlar ve ar kadaşını bulvarda yakalar. Rim baud, onun bir el hareke tini yanlış yorum layıp yeniden ateş edeceği sanısıyla çevreden yardım isteyince, Verlaine yakalanır; katı Bel çika yasaları karşısında artık yapılabilecek hiçbir şey yok 108
tur. Fransa’nın en büyük şairi Paul Verlaine, adam yara lama suçundan iki yıl hapis cezasına çarptırılır; cezasını 1873-1875 yılları arasında küçük bir Valon kenti olan M ons’ta çeker.
Hapishanede Verlaine sanki yeni bir insan olup çı kar; bu değişim, iç dünyasındaki tedirginlikten kurtuldu ğunun bir güvencesi gibidir. H er şeyden önce içkiden uzak kalması, iyi gelmiştir. O zamana kadar içki dum an larının bulutları arasında kalmış beyni, alkolün yarattığı uyuşukluktan sıyrılır. Uzakta olan, yakınlaşır ve güzel gö zükmeye başlar. Verlaine, yeniden çocukluğunu görür; gözlerinin önünde ilkgençlik çağının masum düşleri be lirir; bunlar, o zamana kadar alışmamış olduğu bir sessiz lik atm osferinde kristal dizelere dönüşür. Görm esine izin verilen tek insan, rahiptir; Verlaine’i Yeniçağ’ın en öznel şairi kılan o olağanüstü kendini ada ma gereksinimiyle, insanı duygulandıran bir başka birine açılma zorunluluğuyla, herkes tarafından terk edilmiş olan Verlaine, kendini günah çıkarmanın şehvetine bıra kır. Pişmanlıkların tiryakisi Verlaine, sonunda ölçüsüz suçluluğunu, kendine yönelik yakınmalarını üzerinden atabilecektir; yitirilmiş, yanlış yollara sapmış yaşamı için sonunda yeni bir otorite bulabilmiştir. Yozlaşmış Parisli şair, böylece yıllar sonra yeniden günah çıkarır, kom ünyonu alır ve yeniden inancın yoluna döner. M ons’taki beyaz badanalı hapishane hücresinde Verlaine, yeniden büyük Katolik şairler arasındaki yerini alır ve kimi anlar da mistiklerin sahip bulundukları gücü çağrıştırır. Benli ğinde yeni bir yoğunlaşma kendini göstermiştir; yaşamın da ilk kez olarak dinsel coşku, nörotik zayıflığa galebe çalar, erotizm yüceliğe, tutku Taun sevgisine dönüşür. Hapishanede kaleme alınan Sagesse’in (Bilgelik) dizele 109
riyle, son Romarıces sans paroles, (Sözsüz Romanslar), Verlaine’in şairliğinin doruk noktalarıdır; bu açıdan ba kıldığında, sonraki dizelerinde bu hapishaneyi özlemle "ruhunun yaratıldığı sihirli şato” diye adlandırışının ve hep inançla, m asum iyetle dolu olan o dönem i arayışının nedeni kendiliğinden anlaşılır. Bu iki yıl boyunca kaderin Verlaine’e bağışladıkları, sonsuzdur; Belçika adaleti ise verilen cezanın bir gününü bile bağışlamaz. Verlaine, 16 O cak 1875 günü salıverilir. Hapishanenin kapısında tek dostu bile yoktur; onu bek leyen, sonsuz sadakatiyle yalnızca yaşlı annesidir.
Verlaine, dört duvarın katı desteğinden sıyrılıp yeni den dünyaya ayak basar basmaz sarsılmaya başlar. Karısı o hapisteyken kendisinden boşanmış, Paris’teki arkadaş ları da onu unutmuşlardır. Verlaine, kendini yalnız yaşa yamayacak kadar zayıf hissetmektedir. Bu nedenle ilk yaptığı iş, elinde olmaksızın yine yaşamındaki şeytana, A rthur Rim baud’ya yönelmek olur; zaten bütün olup bi tenlere karşın onunla mektuplaşmayı sürdürm üştür. Çık tıktan sonra Rim baud'ya yazar; büyük bir olasılıkla bu m ektupta dostunu din yoluna çekmeye yönelik hafiften bir girişim vardır; çünkü o sıralarda Alm anya’da yabancı dil dersleri verm ekte olan Rimbaud, alaylı bir ifadeyle karşılık vererek, Loyola’dan1 kendisini Stuttgart’ta ziya ret etmesini ister. Verlaine, Stuttgart’a gidip Rim baud'ya onu dine çekme girişimini yineler; ama ne yazık ki bu girişimi meyhanede, yani inanç yoluna yeni girmiş biri ve bir paygamber için pek elverişli sayılamayacak bir ortam -
I. Ignacio de Loyola (Aziz). XV I. yüzyıldaki Katolik reform hareketinin en etkili kişilerinden. I534'te Paris'te Cizvit tarikatını kuran İspanyol İlahiyatçı. (Y.N .)
no
da yapar. Biri yeni vaftiz olmuş, öteki ise tanrıtanım az bu iki insanın tek bir ortak noktalan vardır, o da içkiye olan tutkunluklarıdır; böylece buluştukları gün gecenin ilerle miş saatlerine kadar hem konuşurlar, hem de içerler. İnanca döndürm e girişimine kimse tanık olmamıştır; bili nen, yalnızca bu girişimin trajik sonucudur. Meyhaneden döndükleri sırada iki sarhoş kavgaya tutuşurlar; Neckar N ehri’nin kıyılannda, ay ışıklannda yıkanan gece yansın da Fransa’nın en büyük iki şairi -edebiyat tarihinin gör kemli sahnelerinden birini sergileyerek- sopalarla birbir lerine saldınrlar. Kavga, uzun sürmez. Atletik yapılı, güç lü bir genç olan Rimbaud, sinirli ve sarhoşluktan sendele yen Verlaine’in kolayca hakkından gelir. Kafasına yediği bir darbeyle yere yıkılan Verlaine, kanlar içinde ve bay gın, kıyıda kalır. Bu, son karşılaşmaları olmuştur. O ndan sonra Rimb a u d ’nun b ü tü n dünyaya, bilinm edik topraklara uzanan o görkemli Odysseia’sı, kadere karşı gerçekleştirmeye çalıştığı amok koşusu başlar; dalga, aradan yirmi yıl geç tikten sonra onu da parçalanmış olarak Fransa'ya geri fırlatacaktır. Verlaine ise derhal Paris’e döner; ardından dil öğretm eni olarak Londra’ya gider, taşrada yaşamaya çalışır, yeniden burjuva dünyasına dönebilm ek için boşa çıkan çabalar harcar; ne var ki burjuva dünyası, bu tü kenmiş insanı artık istem em ektedir. Verlaine’in başyapı tı Sagesse, Katolik bir yayıncı ya da daha doğrusu dinî eşyalar satan biri olan Palmé tarafından yayımlanır; an cak bu kitapla ne edebiyat çevreleri, ne de dindar kişiler ilgilenirler; alkol, inancın Verlaine’in şiirindeki yansıma larını gittikçe artan ölçüde yeniden siler. Yaşlı annesi, Verlaine’i kurtarabilm ek için sonuçsuz kalan birkaç giri şim de daha bulunur; 1885 yılında, oğluyla birlikte göz lerden uzak bir yaşam sürm ek için bir çiftlik satın alır; ancak ne yaptığının farkında olmayan Verlaine, köy m ey 111
hanelerinde içmeyi sürdürür ve sonra yine bir sarhoşluk sırasında, el kaldırır; Vouziers Mahkemesi tarafından "kaba güç kullanmak ve teh d it” suçlarından bir ay hapis cezasına çarptırılır. Bu kez hapisten çıktığında, artık onu bekleyen an nesi de yoktur. Annesi bile ondan yorgun düşmüştür. Ka dın, bir yıl sonra ölür.
O ndan sonra Paul Verlaine’in çöküşü hızlanır. A n nesiyle birlikte son desteğini de yitirmiştir. Ne bir yuvası ne de desteği vardır; parasının son kırıntıları da savrulup gitmiştir - “et tout le reste est littérature", geride yalnızca edebiyat kalmıştır. Verlaine, Q uartier Latin’de kısa sürede tipik bir fi gür olup çıkar; dazlak başını örten şapkasıyla bu fon su ratlı yaşlı adam, peşinde hep bir sürü asalakla dolaşmak tadır. Bir ayağı topaldır; bastonuna dayanarak ve topalla yarak kafeden kafeye gezer; orospulardan, edebiyatçılar dan ve üniversite öğrencilerinden oluşma grubu hep çevresindedir. Herkesin masasına oturur, yirmi frank ve ren herkese bir dahaki kitabında bir ith af vaat eder, bir kadeh içki ısmarlayan herkes onun dostu olur. Kafe m a salarında artık rahibe değil, ama önüne gelen gazeteciye ve meraklıya yaşamını, günah çıkarırcasına, gönüllü ola rak anlatır, pişmanlık içerisinde kendi kendine ağlayıp inler; bu, kafası henüz fazla dum anlı olmadığı sürece böyle sürüp gider, ama alkolden yana bir kez yükünü aldıktan sonra tepinip bağırır, bastonunu masanın üstü ne vurur. Arada sırada da şiirler yazar -Tanrım , ne kadar kötü şiirlerdir bunlar!-, herkesin istediği gibi şiirler ya zar; pornografik, Katolik, eşcinsel ve hassas, lirik dizeler kalem e alır, sonra yazdıklarını alıp Q uai’de, yayıncı Vanier’ye koşar; şiir başına biraz avans alır. D urum u kötü 112
leştiğinde, odası çok soğuk olduğunda, bir asalak gibi pe şini bırakmayan orospularla edebiyatçılardan bıktığında, bu kez soluğu ikinci evi olan hastanede alır. O rada dok torlar ve tıp öğrencileri onu tanımaktadırlar, bu nedenle romatizması yüzünden normalden biraz daha fazla kal masına izin verirler. O zaman sırtında hastane gömleği, başında beyaz külahıyla bir kral gibi ziyaretçilerini kabul eder, gazeteler için şiirler ya da küçük saçmalıklar yazar. G ünün birinde rahat battığında ve damağı yeniden alko lün özlemini çekmeye başladığında, kendini yeniden to pallayarak sokağa atar ve masaları dolaşmaya koyulur. Leconte de Lisle öldüğünde, gençler yeni bir kralın seçi leceğini ilan edip edebî bir gösteriye hazırlanırlar. Ver laine, Q uartier Latin’de büyük bir çoğunlukla "Şairlerin Prensi” seçilir. Bu yeni unvanını büyük bir gururla, yarı kral, yarı da deli tacı gibi taşır, bir an kendini akademiye takdim etm eyi bile düşünür, ama dostları onu bu um ar sız çılgınlıktan zamanında vazgeçirirler. Verlaine de St. Michel Bulvarı'nda, ona aynı zamanda hem tapan, hem de alayla bakan gençlerin arasında kalır; kafelerde geçir diği zamanlar kısalırken, hastane ziyaretleri uzamaya başlar. Ve sonunda, günün birinde, 1896 yılı Ocak ayın da, hasta ve yıpranmış bedeni, Rue Descartes'da, kötü şöhretli bir kadının yatağına serilip kalır; Eugénie Krantz adındaki bu kadın, yıllar boyunca Verlaine’in cebindeki son kuruşu da almayı, bu arada onu bütün arkadaşlarıyla aldatmayı başarmıştır. Verlaine bir serseri gibi, bir sokak orospusunun yatağında son nefesini verir. Ve ardından herkes ansızın yeniden ortaya çıkar, sarhoş şaire bulvarda rastladıklarında korkuyla yollarını değiştirmiş olan edebiyatçı dostlar, saygın kişiler, tuzu kuru şairler, akademi üyeleri, François Coppée ve M au rice Barrés, hepsi, hepsi yeniden ortaya çıkarlar. Parlak söylevler verilir, herkes güzel sözler söylemekte birbiriy113
le yarışır; sonra bu zayıf, hep acılar içerisinde kıvranmış insanoğlunun zavallı kadavrası çiçeklerin, çelenklerin, sözlerin altında yitip gider; büyük şairden beden olarak kalan, Batignolles Mezarlığı’nda toprağa verilir. La commedia efinita - Komedi bitmiştir...
Verlaine, bu trajik ve hiç de kahramanca olmayan yaşamının hiçbir yanını insanlardan saklamamıştır. Goethe gibi, o da son derece İletişimci yaradılışta bir şairdir; dizelerle ve düzyazılar aracılığıyla kendini anlatmayı se ver; günah çıkarma gereksinimi sonsuzdur. Kendine iliş kin açıklamaları çoğu kez gerçeğin ötesine taşar, karika türe, abartıya ve teşhirciliğe kadar uzanır; ancak kendini anlatmak, açıklamak, özür dilemek, Verlaine için bir zo runluluktur; çünkü irade gücünden, kendinden kaynak lanan bu etik otoriteden yoksun her ruh, yakınmalarla, isteklerle ve dualarla kendisinin dışında birilerine, Tanrı’ya, insanlara, kadınlara, içkiye yönelm ek zorundadır. Tutunamayan Verlaine, her yerde yardım aramış, şair ola rak hep kendini bağışlatma, açıklama ve suçlama peşinde koşmuştur. Bu nedenle de bütün şiirleri, yine G oethe’yi çağrıştırır biçimde, sanki tek bir büyük itirafın parçaları dır. Verlaine'in dizelerinde yaşamının gelişmesi, yükseli şi, bunalımları ve çöküşü, adım adım, bir çiçeği yaprak yaprak incelercesine izlenebilir ve şiirleri bir anlam da — yine G o ethe’de olduğu gibi- ancak biyografisine yansı tıldığı takdirde, bütün derinliği, anlığı ve sonsuz in sancılığıyla kavranılabilir.
114
ARTHUR RIMBAUD1 Saçma! Gülünç! Berbat! - O zamanlar yirmi üç ya şında olan A rthur Rimbaud, çevresindekiler dizelerin den hayranlıkla söz ettiklerinde ve onu yeniden edebiya ta döndürm ek için çekingen girişimlerde bulundukların da, bu sözcüklerle karşı koyuyordu. Bu, bütün ilginin gelecekteki yaratısı üzerinde yoğunlaşmasını sağlamak için, gençliğinde kaleme aldığı yapıtları şiddetle yadsı yan bir edebiyatçının sözde bir bıkkınlığını dile getirm e si değildi; burada bir hesabın acımasızca kapatılması söz konusuydu. Rimbaud, o zam anlar -yani henüz yirmi üç yaşındayken- sanata çoktan sırt çevirmişti. Afrika'dan yeni dönm üştü; bütün dünyayı dolaşmıştı; Almanya, Belçika ve İngiltere'de serserilik etmiş, Paris bulvarların da yatmış, en aşağı görülen işlerde çalışmıştı; hapishane lerin saman şilteleriyle balta girmemiş ormanların deh şetini tanıyordu, Hollanda kolonileri için askere alındık tan sonra, Sum atra’da kaçmış, Malaya köylerinde sakla narak açlık çekmiş ya da orm ana saklanarak m aym unlar
) Stefan Zvveig'ın bu denemesi, K . L Ammer'in Rimbaud'dan yapağı çevirileri içeren ve 19 2 1 yılında Leipzig'de, Insel Verlag’da çıkan A rth u r R im b a u d - Leb en u n d Dichtung adlı kitaba yazılmış olan önsözdür. Bu önsözün fotokopisi. Viya na Ulusal Kitaplığının desteğiyle sağlanmıştır. (Ç .N .)
115
ve vahşi hayvanlarla birlikte yaşamıştı. Mısır’ı, Kıbrıs’ı, Zanzibar’ı, A den’i tanıyordu; kısacası, henüz yirmi üç yaşındaki bu delikanlı her yerde yaşamıştı; Avrupa ise bir hapishane ya da pis bir su birikintisi gibi, çok dar gelmiş ti. Bunun üzerine adlarını ilk kez kendisinin andığı ülke lere gitmiş, Somali Zencilerinin dillerini öğrenmiş, el değ medik topraklara sahip olmuş, Kral Menelik’in savaş ha zırlıklarına yardım etmişti; ama öm rü, Adovva’yı görme sine yetm em işti. Yirmi yedi yaşındayken D oğu’nun par lak kapısı sayılan, beyaz kent Marsilya’da, yumrukları sıkılı ve bir bacağı kesik olarak ölm üştü. Ve bu genç adam, daha on yedi yaşındayken üne erişmiş, neredeyse kutsanan bir şair olup çıkmıştı. Tum turaklı sözlerin ustası olan Victor Hugo, ona "Çocuk Shakespeare” adını takmıştı. Rimbaud, on beş yaşındayken, örneğin Fransız dilinin en güzel Alman şiiri olan "Sensation [Duyum ] gibi şiirler yazmış, on altı ve on yedi yaş larında ise - “var olan bütün şiirden m utlak anlamda mi desi bulandığı için’’- Les effarees'nin (Şaşkınlar) kendini estetiğin bütün zincirlerinden kurtarmış, vahşi dizeler ve hepsi de birer patlamayı andıran başka şiirler aracılığıyla yeni olanaklardan oluşma, yakamozlarla örülü bir ülkeyi gözler önüne sermiştir. Ve sonunda henüz gençlik döne m ine ayak attığı bile söylenemeyecek olan Rimbaud, o ölüm süz "Sarhoş Gemi"yi, bu ancak devlere yaraşır düşü, renklerin ihtilalinden ve ateşler içerisinde yanan sözcük lerin senfonisinden oluşma, bana ve daha pek çoklarına göre Fransız edebiyatının en önemli şiiri olan yapıtını ya ratmıştır. Bunların yanı sıra, bir ara ciddi olmaktan çok alay edercesine, sesli harflerin renk değerleri üzerine ka leme aldığı bir sone, bugüne kadar Fransa’da sanatçılar bakımından neredeyse bir kutsal kitap olma niteliğini korumuştur. Fakat Rim baud bütün bu sanatı hiç önemsemeksizin, neredeyse istem eden yaratmıştır. Dizeleri dost 116
lan tarafından toplanmış, yine dostları tarafından bastır ılm ıştır. Yalnızca tek bir yapıtını, Cehennemde Bir Mevsim'i incecik bir fasikül halinde Brüksel’de kendisi bastırtm ış ama nüshaları hem en ertesi gün yok etmiştir; bu paket kâğıdına basılma, ele yağlı gibi gelen incecik kitap lardan ancak birkaçı rastlantı sonucu kurtarılabilmiştir. Şiir, Rim baud için herhangi bir özgürleşme girişiminden, içinde kaynayan cehennem için bir supaptan, çeşitli de neylerinin birinden başkaca bir şey değildir; ama yaptığı ilk deneydir. Daha sonra sıra erotizm e gelir, fakat Rim baud, onu da hem en bir yana atar. - ‘‘Fuhuş, pek sıkıcı bir şey.”- Bilim de ona göre değildir. - ‘‘Bilim, tem posu çok ağır olan bir alan.”- Oysa Rim baud’nun enerjisi ancak bir şimşek çakması gibi boşalabilir; bu enerjinin tekdüze bir ısıya dönüştürülüp buharlaşmasını beklemek olanaksız dır. Ö te yandan Rimbaud, bütün bu eneıjisine karşın tem beldir de. Bir defasında, “Ne kadar da aceleci bir çağ!” diye yakınır. N et bilgilere ulaşmak için adım adım ilerle mek, Rim baud için iticidir, çünkü böylesi çok emek ge rektirir. O nun istediği, sırları neredeyse bir büyünün yar dımıyla, sezginin itici gücüyle aydınlatabilmektir. Rimbaud’yu ateşlendiren, G oethe’nin sanatsal düzeyde bilgi edinm enin ilk koşulu saydığı hayranlık değil, fakat her şeyi uç noktada yaşamaktır. Güç, Rim baud’dan bir ilenç gibi fışkırır. O nun istediği, önce kendinde kaynayan faz lalıktan şiirler aracılığıyla, kadınlar ve eylem aracılığıyla kurtulmaktır. Bunu başaramaz. Bunun üzerine içindeki uç noktaların üzerine çıkmayı dener; bağırsakları sancılar içerisindeki bir hastanın koşup tırmanması, sendeleyip dans eder gibi yapması, saçma davranışlar sergilemesi gibi, Rim baud da kendini ülkeden ülkeye atar. Aslında planlı yolculuklar değildir yaptıkları; hep hapisten kaçar gibidir; hep uzaklara, özgürlüğe gitmeyi amaçlar. O n dört yaşındayken Paris’e kaçtığı gibi, yirmi ve otuz yaşların 117
dayken de Ekvator bölgelerine kaçar. Bir fatihtir; bomboş elleri, alev alev yanan yüreğiyle, gözünün gördüğü yere giden güçlü bir insandır. Eylemler ona başarıdan ötürü değil, fakat eylemin kendisinden, verdiği esriklikten ötü rü çekici gelir. "Eylem, yaşamın kendisi değildir, fakat herhangi bir güç elde etm enin yoludur, bir öfkedir." Rimbaud'nun gereksindiği, sanat yoluyla oyalanmak değil, ama doğrudan eylemde bulunmaktır. G elgeldim gemiler donatan bir C ortes’in, ordu toplayan bir VVallenstein’ın, genç generalleri gereksinen bir cumhuriyetin varlığı söz konusu değildir. Rjmbaud 1793 yılında değil, fakat gittik çe yoksullaşan bir yüzyılın can çekişme evresinde yaşa maktadır. Bunun üzerine gücünü anarşik bir tutum la kendine karşı kullanmaya başlar. Yalnızca bir kez daha iktidarı, Balzac'ın da düşlemiş olduğu şeyi düşler; zengin, ölçüsüz zengin olmak ve fethedemediği dünyayı satın alarak ele geçirmek. Erken kehanet, kitabından bir alev gibi fışkırır: D e m ir d e n
u zu v la rla g eri d ö n e c e ğ im , d e r im
ko yu
o lacak, taşıd ığ ım m a s k e y e b a k ıp b e n im g ü çlü b ir ırktan g e ld iğ im e k a r v e r e c e k le r . A ltın ım o la ca k ; kadınlar, u zak ü lk e le rd e n d ö n e n k o rk u n ç sakatlara iyi b akarlar; po liti kaya k a n şacağ ım ; k u rtu lm u ş o la ca ğ ım !
Ajna kimi açılardan başarısızlığa uğrar; eline geçen, hep yalnızca belirli miktarlardır, hiçbir zaman bir servet değildir. Yalnızlıkla geçen bir yaşamın verdiği sıkıntı, har canamamış gücün direnişi, Rim baud’yu ağır ağır eritir; kendi gücü tarafından boğulmaya başlanır. Eylemde bu lunma isteği, bedeninde şaha kalkmıştır; ruhunu ateşler kemirir. Can çekişirken kendini Fransa'ya atm ak ister, ama tam sınıra varmışken ölüm ün pençesine düşer. D ost larının çabaları ve sadakati olmasa, Marsilya hastanele 118
rinden birinde bir bacağı kesilmiş olarak ölen bu Afrikalı tacirin bir şair olduğunu, Fransa’nın en büyük şairlerin den biri olduğunu kimse bilmeyecektir. Rim baud’nun yaşamının ayrıntıları m ektuplardan ve başkaca kaynaklardan okunduğunda, hiç görülmedik kentlerin barbarca adlan duyulduğunda, böyle bir kade re ilişkin olarak insanın zihninde canlandırdıklan ağırdan sislerle kaplı bir uzaklığa, neredeyse bir düşler evrenine kayar. Sanki bütün bu olup bitenler, zamanımızın çok dı şındadır. Oysa Rim baud bugün yaşasaydı, ancak orta yaş larda bir adam olacaktı. Paris’te Rim baud’nun Charleville’deki öğretmeni ve Rim baud’yu şairliğinden önceki döneminden tanıyan, daha sonra on altı ve on yedi yaşla rındaki şair Rim baud’ya ilişkin anıları da bulunan tek in san olan Mösyö Izam bart’la tanışmıştım. Ö ğretm eninin anlattıklarına göre o dönem lerin Rim baud’su erken ol gunlaşmış, ani öfkelenen, acımasız, son derece erkek ta vırlı, iri adaleli ve iri yum ruklu bir gençti; okulda şaşırtı cı ama zikzaklar çizen enerjisiyle dikkat çekmişti. Fantin-L atour’un çizdiği portre de bu anlatılanlara uym ak tadır. Rim baud oturuşuyla bir şairden çok işçiye benzer, tek dikkati çeken yanı, geniş alnıdır; öfkelendiğinde bu alında beliren mavi damarlar birer yılanı andırır. G örü nüşü acımasızdır; ayrıca gerçekten de acımasız bir insan dır. Bunun için S tuttgart’ta, Neckar N ehri’nin kıyıların da Verlaine’le aralarında din konusunda geçen o umarsız tartışmayı anımsamak yeterlidir; tartışm a, Rim baud’nun Verlaine’i kanlar içerisinde ve baygın yere seren sopa darbesiyle noktalanmıştır. Bir irade insanı olan Rim baud’nun, bu tu h af ilişkide fiilen erkek, “iblis koca” nite liğiyle ve hep düşler peşinde olan Verlaine’in de, boyun duruk altına girmek bakım ından, kadın konum unda yer aldıkları düşünülürse, Rim baud’nun bütün iç dünyasını dolduran ateşin kıvılcımlarını algılamak da kolaylaşır. 119
Rim baud'nun uzuvları, bütün sıkıntı ve yoksulluklara karşı bir işçinin gücüyle bilenmiştir. Décadence -n e re deyse hastalık derecesindeki aşırı duyarlık, sanrılarla örü lü bir görme biçimi, taşıdığı "Galyalı kanının aksaklıkla rı”- salt ruhsal düzeyde kalmış, şairin dış yaşamına kadar hiçbir zaman uzanmamıştır; bu dış yaşamı açısından Rimbaud, kendini gittikçe artan ölçüde zamanına özgü bütün kültürden koparır; bütün göçebeler gibi bir koz m opolit, Çingeneler gibi bir toplum sal olgu kimliğiyle, hiçbir yerde tutunam aksızın, göçebe kuşlar örneği ülke lerden geçer; tıpkı nereden geldiğini unutm uş, artık kimseye ait olmayan ve ait olmak da istemeyen Kaspar Hauser gibi, Rim baud da kültür evrenine yalnız bir m e teor gibi düşer. Yalnızca kendi yaşamı, her türlü kültür den radikal bir tutum la nefret edişi, her türlü Avrupalılı ğı aşması, ahlak düzlem lerinin ortasında salt içgüdüsel bir yaşamı sürdürmesi, engel tanımayan bireyciliği bile A rthur Rim baud’yu yeterince ilginç kılabilir. Zam anı mız açısından Rimbaud, bir bireysel özgürlük kahram a nı, içgüdüler evreninin bir serüvencisidir. R im baud’nun şair yanını onca büyüklüğe eriştiren ise, biri olumsuz, biri de olum lu olmak üzere iki öğe dir; bir koşul ve bir yetenektir. Ö nce olum suz öğeyi ele alırsak, bunu R im baud’nun iç dünyasında yüküm lülük lerin eksikliği diye tanımlayabiliriz. Rimbaud, hiçbir en gel tanımayan bir insandı. Elini kolunu bağlayan, kutsal saydığı hiçbir şey yoktu. Büyük bir gururla, şöyle derdi: "Galyalı atalarımdan putperestliği ve günaha duyulan aşkı aldım. Ey bütün günahlar, şiddetler, şehvetler, m uh teşem şehvet; özellikle de yalan ve tem bellik!” Çünkü onu tutabilen hiçbir şey yoktu. Aile bağlarını delilik sa yar, bu bağlılığın bir boyunduruktan başka bir şey olma dığına inanırdı. M ektupları hep bir bankere yazılır gibi kaleme alınmıştır; sürekli yinelenen, hep para konuları 120
dır. Vatanseverlik ve kendi kültürüyle gurur duyma gibi şeyleri, çürük yemiş gibi fırlatıp atmıştır; Avrupalılarla birlikte yaşamaktansa, ilkel Zencilerin arasında yaşamayı yeğlemiştir. Dinin önünde hiçbir zaman boyun eğmemiştir; Hz. İsa, Rim baud’nun gözünde "enerjilerin sonrasız değeri" olmaktan başkaca bir şey değildir. Dostluğu hiç bir zaman bir bağ saymamış, gelip geçici serüven yoldaş lıklarını yeğlemiştir. Ahlak, Rim baud'ya göre gülünç bir şeydir, "insan aklının bir zaafı "dır; sanata gelince, o da bü tün öteki işler gibi bir iştir. “Kalem tutan el, saban tutan el ile eşdeğerlidir." Rimbaud için sağlam, destek sayılacak bir dünya görüşüne tem el olabilecek hiçbir şey yoktur; bilginin uçurum ları üzerinde dans edercesine, boşlukta gezinir. Rim baud’nun kişiliğinden bize esen, saydam, soğuk, insanı hafiften titreten bir atmosferdir. En genç dönemlerindeki şair bile özgürdür; estetikten, herhangi bir sanat anlayışından bağımsızdır; geleneksel bağlardan bağımsızdır. Şiire acımasızca sarılır; ona sevecen tavır larla değil, ama sertlikle, tecavüz ederek boyun eğdirir. R im baud’nun şiirleri acımasızdır ve sinirleri zayıf olanla ra uygun düşmez; bu şiirlerin kimilerinden yoksulluğun, kirli giysilerin, terli pabuçların, tuvaletlerin kokuları yük selir; bu şiirler, en gerçekçi gerçeklikten ve dizgin tanım a yan imgelemden oluşma, dâhiyane bir yumaktır. Eşsizdir. Rimbaud, sanki dünyanın ilk şairiymiş, sanki kendisinden önce gelmiş binlercenin oluşturdukları estetik, iskambil kâğıtlarından yapılma bir bina örneği çökmüş gibi şiir yazmaya başlar. Şiiri, bu gözü kara içgüdüsel özgürlük ortam ında, kendine özgü bir gelişme çizgisini izler; Avrupalı ve gelenek doğrultusunda sayılması olanaksız olan bu şiir, son derece özgün ve büyüktür; bu şiir, kavimler göçü sırasında Kuzey’in güçlü kavimlerinin Roma ya da Bizans'a saldırmaları gibi, bütün Germenliği ve barbar lığıyla Galya’nın doruk noktasındaki kültürüne saldırır. 121
Bu iç özgürlük, yaşamda ve şiirde engelleyici olabi lecek bütün kavramlardan kendini içgüdüsel olarak ba ğımsız kılış, Rim baud’nun büyüklüğünün en derinde ya tan koşuludur. Buna şairin eşsiz denebilecek bir yetisi, bakışlarının sanrısal gücü ya da daha iyi bir deyişle d u yumsaması da eklenir. Ç ünkü Rimbaud, dış dünyanın nesnelerini yalnızca bütün boyutlarıyla kavramakla ye tinm eyip onları bütün nitelikleriyle birlikte kendi iç dünyasına da akıtır; onları görmesinin yanı sıra, aynı za manda duyar, tatlarına bakar, kokularını alır, onlara do kunur ve en derin noktalarına kadar iner. Kavrama yetisi, nesneleri bir akıntının anaforu gibi, neredeyse açgözlü lükle yutuverir; Rim baud, bütün bu nesneleri sanatsal anlam da da iç dünyasına dahil eder, onların özünü emer, en küçük ayrıntılarının bile tadına varır ve bu ayrıntılar damla damla kanına geçer. Bütün duyusal izlenimleri öylesine derinliğine ve şiddetle em er ki, bu izlenim ler param parça olup var olan niteliklerini yitirirler; koku, ses ve renkler birbirine karışır; bunlar, artık hiçbir bilgi nin bulunmadığı, yalnızca dıştan gelen bir dokunmaya ilişkin bulanık bir duyum sam anın, kışkırtılmış bir içgü dünün varlığının söz konusu olduğu o en derin noktada birbirlerine değerler. Birbirinden farklı duyusal izlenim. lerin şiirsel düzeyde dışlaştırılan ve daha önce Baudelaire’in ünlü La nature est un temple1 adlı sonesinde b u lanık bir biçim de sezmiş olduğu ortak tınıları, kaynağını, duyum sam a yeteneğinin sözü edilen derinliklerinde ve şiddetinde bulur. Birbirinden farklı duyusal alanlara ait değerlerin birbirini karşılaması diye açıklanabilecek bu olgu, ruhbilim alanında "anestezi benzeri” diye adlandı rılan, ancak sanatsal düzeyde duyum sayan insan bakıI. (Fr.) "Bir tapınaktır doğa." Baudelaire'in K ötülük Ç içek le ri adlı şiir kitabında yer alan "Çoklukta Birlik" adlı şiirinden. (Y.N .)
122
mmdan, günlük bir olay niteliğini taşıması nedeniyle, farklılık göstermeyen bir olgudur. Bu karşılıklı birbiri nin yerini tutm a olgusu hiçbir şairde Rim baud’da oldu ğu kadar yüksek bir gelişme düzeyine varmamıştır. Rim baud, kendisine ulaşan bir tona, aynı duyum değe rindeki bir renkle yanıt verir. Fakat buradaki eşitleme, m antıktan kaynaklanma olmayıp kökenlerini duyguda bulur. Bu duygu, her zaman şaire ait olan bir duygudur; çoğu kez de aynı zamanda, anlatımın çağrıştırma gücü ya da şairin sihirli ezgisi nedeniyle, bir başkasında bulu nan bir duygudur. Rim baud’nun iç dünyasında bu bağ lamların kesinliğinin ne ölçüde canlı olduğunu, bir izlek niteliğindeki Voyelles (Sesliler) sonesinde gösterir; bu so nede fantastik olaylar, neredeyse dogmatik bir düzeyde kristalize olur, A siyahla, E beyazla, I kırmızıyla, O ma viyle ve U yeşille eşitlenir, "gizli kaynaklar”, vahşi görün tülerle çerçevelenmiş olarak, bir bütün içerisinde bir araya gelir. Burada kısmen şaka niteliğindeki bu olgu, aslında bilinçaltının o karanlık alanına pek az kişinin ba şarabildiği bir girişi simgeler. Burada kavramsallıldardan uzak bir şiir sanatı, aklın desteğini gereksinmeyen bir simgeler sanatı, içgüdü ve bir tü r sihir söz konusudur. R im baud’nun deyişiyle, "sözcüğün simyası” vardır; b ü tü nüyle ancak ustanın bildiği, çok az sayıda "haberlinin” anlayabildiği bir tü r büyü sanatı vardır. Ve sonra Rim bau d ’nun yaşamında yeniden o sabırsız haykırış yinele nir: "Bilimin tem posu çok ağır.” Bilim, çok yavaştır, şiirde tanımlamalara gitmek, çok zaman alır. Mozaik, çok çaba gerektirir; bu nedenle en iyisi, dâhiyane taslaklar çiz mektir. Rim baud, simgeyi hafif ocak ateşinde buharlaş tırmayı değil, fakat bir şimşek çakması kadar sürede, sez gisel olarak kapmayı amaçlar; belki bu, simgenin anlaşıl mazlığı pahasına da gerçekleştirilebilir. Gelgelelim duy gu, her şeydir. Dizelerini dergiler ve kitaplar için kaleme 123
almayan, dizeler aracılığıyla yalnızca iç dünyasındaki gerilimden kurtulm ak isteyen Rimbaud gibi biri için an laşılabilirlikten feragat etm ek, kolaydır. Elektrik akımı nın boşalması ise önceden planlanarak değil, ama ansı zın, şimşek aracılığıyla gerçekleşir. Böylesine bir iç dünya dolu dizginliğinin, renklerde ki bu şiddetin ve anlatımdaki bu coşkunluğun içinde bu lunduğu kabı, yani geleneksel Fransız dize yapısını kısa zamanda parçalamış olması, çok doğaldır. Rimbaud, eski kalıplara ancak on dört yaşındayken uymuştur. Fakat sa tırların bir sonraki dizeye el uzatması, dörtlüklerin buruk bir tatla dağılması, kaynayan duyguların boşluktaki satır ları zorlamaya başlaması uzun sürmez; Rimbaud, kısa bir süre sonra parçalanmış kalıbı fırlatıp atar. Başlangıçta tu tum u, devrimci niteliktedir; yarım uyaklar kullanılır, uyaklarda özgürleşme eğilimi belirginleşir - ama bütün bunlar kısa sürer; Rimbaud, her türlü biçim kaygısını bir yana atıp anarşik bir tu tu m takınır ve Illuminations'daki o vahşi akışı izleyen düzyazı şiirlerini, kendi vahşi ezgileri doğrultusunda olmak üzere kaleme alır; buradaki düzya zı, bir sanat yapıtı olarak şiirin doruğudur, W alt W hitm an’ın satırlarından yansıyan çağlayanlar, N ietzsche’nin diyonizyak esriklikleri kadar görkemlidir. İç dünyasında kendini kültürün bütün bağlarından özgür kılan Rim baud, sanki yeniden insanoğlunun çıkardığı ilk seslere döner, daha derin bir anlamda dindarlığa kayar, rapsodik ve vaaz verenleri çağrıştırır olur; her ikisi de kendilerini dünyadan özgür kılmış, yalnızlığı seçmişlerin elinden çık ma Cehennemde Bir Mevsim ve Zerdüşt kadar hem en he m en aynı dönem de kaleme alınmış, bir rastlantı sonucu üslup bakımından birbirlerine bu denli benzeyen iki ki tap daha yoktur. R im baud'nun sözcüklerinin gücü za manla başlı başına bir olaya dönüşür, elinin altında söz cüklerin boyutları giderek genişler; kavramların o kurşu124
ni renkli jelatini bir vampir gibi kan emerek, renklerle tıka basa dolu, o zamana kadar görülmemiş bir ışığın ya kamozlarını saçmaya başlar. En eskimiş sözcükler bile yepyeni olur, elektrik akımıyla çıtırdamaya başlar ve an sızın kıvılcımlar saçar. Bunlar hiç beklenmedik bir anda ■f. şahlanırlar ve mantık düzeyinde kavranmalarına olanak tanımadan, bir şaşırtmacayla herkesi kendilerine boyun eğdirirler. Bunlar, hep soylu türden sözcükler olmayıp kimi zaman sokağın argosundan alınma, bilimden zorla koparılma, çoğu zaman da yeni temeli atılmış sözcükler dir. Bu bağlamda sayısız örnekler verilebilir. Birkaçıyla yetinelim. La reine aux fesses cascadantes.' Görkemin ta kendisi! Ya da le cœur fou robinsonne12, bu, akademinin sözlüğünde henüz yoktur. Leurs insultes ithyphalliques et pioupiesques3, perealiser sa peau] hem en her kıtada olmak üzere, bu türden binlerce örnek verilebilir. Böyle sözcük lerle son karanlıkların kapısı da kırılır ve Rimbaud, büyük bir gururla şöyle der: "Ben sessizlikleri, karanlıklan, söz cüklerle aniatılamayanlan kaleme alıyorum.” Çünkü üç yıl gibi bir sürede, başkalarının henüz o tatlı çocukluk günlerinin uzantılarından oluşma bir ağda, küçük buda lalıklarla zaman harcadıkları bir yaşta Rimbaud, akıl al m az ürünler vermiştir. O n beş yaşında "Sensation"u, on altı yaşında da “Les chercheuses de Poux yu (Bit Kıran Kızlar), insanın sanki sırtında ansızın serin bir el gezin mişçesine, şehvetten ürpertiler geçirerek duyumsadığı o şeytani güzellikteki ve özünde alabildiğine sapkın şiiri yazmıştır. O ndan sonra satırlar gittikçe daha çok kanla
1. (Fr.) "Çağlayan kalçalı kraliçe". "L'o rg ie parisien n e au Paris se re p e u p le " (Paris âlemleri ya da Paris'e yeniden yerleşmek) şiirinden. (Y.N.) 2. (Fr.) “Deli Robinson kalbi”. “ R o m a n " şiirinden. (Y.N.) 3. (Fr.) "Hep belden aşağı edepsiz laflar, onu nasıl çıkardı bakın." “ L e a e u r su p p licié " (Çalınmış Yürek) şiirinden. Ç ev. Erdoğan Alkan. (Y.N .)
125
dolar, ritim ler daha bir doludizginleşir, hiç duyulmadık imgeler belirginleşir; bu imgeler bir noktadan sonra ya şamın bilinen sınırlarını aşıp artık yalnızca bilinmeyen dünyaların yüzeylerine doğru kayar. Sanrılar, Rim baud'yu ansızın bütün olanakların ötesine sürükler. Yaşamının pa noramasına sadık kalarak anlatm ak istersek, Rim baud sanatçı olarak on beş yaşında Fransa’yı, on altı yaşında da Avrupa’yı terk etmiş, D oğu’nun uçsuz bucaksız görke mine, başka yıldız sistemlerinin boşluktaki gecelerine, tropik dünyaların boğucu şehvetine yelken açmıştır. Ebedi şiiri "Sarhoş G em i’’ ise renklerin görkemli başkal dırısı, zincirlerinden boşanmış duyuların zaferi niteliğiy le Fransız şiirinin üzerinde, anarşinin kırmızı bayrağı gibi dalgalanır. Bu şiir, birbirine geçen görüntülerden oluşma bir çağlayandır, cehennem in göklerinden dökülm e sap tam aların dibinde toplandığı, kaynayan bir uçurum dur; sergilenen görüntünün anlamını insan, ancak sonradan kavrayabilir, ama bundan önce görüntülerin darbeleri al tında bir sendeleme dönemi vardır. Bu tü r ateşli görün tülere ancak W illiam Blake’in betim lem elerinde rastlanılabilir. Şarkı söyleyen balıkların gezdiği ülkeler, kana yan yıldızlarla kaplı gökyüzü, tahtakuruları tarafından kemirilmiş dev yılanlar, panter gözlü çiçekler, gümüş rengi güneşler - denizin şiirinde dile gelen bu düş, hangi afyonlardan ve hangi yakıcı ateşten kaynaklanmadır? Ve bütün bunlara karşın sözü edilen düş, en gizli köklerinde yine de yaşamla bağıntılıdır; çığlık, her şeyi yakıp kavu ran lav akıntısında alev alev bir doruk gibi, ansızın yük selir: "Je regrette l’Europe aux anciens parapets."' Bu d ü şün en derinde yatan çekirdeğini, sonradan gerçekleşe cek yazgıya ilişkin sezgi oluşturur. Rim baud, bir falcı1
1. (Fr.) "Özledim eski hisarlarını Avrupa'nın." “Sarhoş G em i”den. (Y.N.)
126
olabilmeye, gizli büyülerin yardımıyla geleceğin düşleri ni bulabilmeye yönelik son özlemini bu şiirde yaşar. Hepsini bilmiştir. Gelecekteki yaşamı, uzak denizlere yapılan yolculuklar, bir daha Avrupa'ya dönmeyiş, bütün bunlar gerçekleşmezden yirmi yıl önce hem bu şiirde, hem de öteki şiirlerde m at renkli camların ardından par lamasına yer almıştır. H enüz oluşmakta olanı sanat yapı tında gerçekleşmiş olarak sergilemek, iç dünyadaki mis yonun işitilmedik zaferidir. "Sarhoş G em i”, aynı zaman da R im baud’nun son şiirlerinden biridir. Şairin soluğu o denli sıcaktır ki, parmaklarının arasındaki balm um u bir kalıba uyacak yerde erimiştir. Edebiyat, sanat, dile getiri lem ez olanı bütünüyle söyleyebilmekte aciz kalmıştır. Ve bu nedenle Rimbaud, henüz on sekiz yaşındayken sanatı fırlatıp atar. Kimileri, R im baud’nun hem en o zamanlar ölmeyişinde bir tü r "üslupsuzluk” bulur; edebiyatla geçen döne mi, bir asalak gibi bütün bir yaşamın izlemesini uygun suz sayar. Fakat böyle yapmakla ne kadar sınırlı, ne kadar salt edebiyat düzeyinde kalarak duyumsadıklarının ayırdına varamazlar. O n sekiz yaşında ölüp ardında böyle şiirler bırakmak, eşsiz bir yaşam değil, yalnızca bir rekor olabilirdi; çünkü Keats, yirmi dört yaşında ölmüştür. Oysa burada asıl eşsiz olan, böyle bir sanatçının sanata duyduğu nefrettir; kendini sanata adayacak yerde onu kendine çekmesi, ona tecavüz etm esi ve artık verebile cek bir şeyi kalmadığında, onu bir yana atıp bir daha asla ona elini değdirmemesidir; başkalarının henüz düşün meye bile cesaret edemedikleri son yanılsamaları da ar dında bırakıp tıpkı canalıcı anda Faust’un yaptığı gibi, "Başlangıçta kelam vardı,” cümlesinin üstünü çizm ek ce saretini göstermesi ve hayatın kitabına -kararlı bir ham leyle ve silinmesi olanaksız renklerle- şunu yazmış ol masıdır: “Başlangıçta eylem vardı.” 127
MEKTUP SANATI G örünüşe bakılırsa, soylu ve değerli bir sanat, m ek tup yazma sanatı, sonuna yaklaşmakta. Bu sanatı böylesine güzel kılan ve ona bunca engin bir yaşam, bunca zenginlik katan yanı, öteki sanatlar gibi yalnızca sanatçı lara bağımlı olmamasıydı. İç dünyasının coşkularına ya da geçici olarak kapıldığı bir ruhsal atm osfere m ektuplar aracılığıyla anlatım kazandırmak, her insanın yapabile ceği bir şeydi. İnsan bir dosta, bir yabancıya günün getir diklerini, bir olayı, bir kitabı, bir duyguyu iletebiliyordu; üstelik bunu kolayca, bir armağan verm e kastı bulun maksızın, bir sanat yapıtından sorum lu olmak gibi tehli keli bir gerilime düşmeksizin yapabiliyordu. Böylece geç miş zamanlarda, m ektupların henüz insanlar arasında bağlar kurabildiği, insandan insana iletilen mesajların si hirli bir güç taşıdığı, huzurlu bir dünyada sayısız küçük m ucizeler gerçekleşebilmiştir. Ancak bu soylu sanat, yani m ektup yazma sanatı, artık kaybolmaya yüz tutm uş gibi, içinde herkes için her şeyin yazılı olduğu, başkaca zamanlarda kısık sesle tek tek kişilere iletilen haberlerin, nesnel ve buz gibi bir ka lıp içerisinde kitlenin kullanımına açıldığı gazete, m ek tubun ilk yıkıcısı oldu. İkinci darbe ise sözcüğü ruhun dan yoksun kılan, her insanın yazısıyla çizdiği o gizli oto129
portreyi, buz gibi bir aynanın arkasına saklarmışçasına ortadan kaldıran yazı makinesinden geldi; üçüncü yıkı mın kaynağını, insanların kendilerine tanınan belli bir acele payıyla her şeyi daha iç dünyalarında ısıtamadan, kanlarına karıştıramadan birbirlerine haber vermelerini sağlayan telefon oluşturdu. Böylece her gün ağır çuvallar içerisinde, arabalarla kentlerim izde taşınan milyonlarca m ektup sayfasında canlı, yaratış ürünü sözcüklerin sayısı bir düzineyi aşmaz oldu; kanımızın ve düşünce dünya mızın atalarının bir zam anlar m ektuplarını kaleme al dıkları, bizim için artık bütünüyle anlaşılmaz hale gel miş sevgi atm osferinden ve yalnız çabalardan geriye hiç bir şey kalmadı. Başkaları da aynı utancı duyuyorlar mı, bilemiyorum; ama ne zaman G oethe’nin evine gitsem ve elindeki kaleme sanki sihirli bir güçle boyun eğdiren, Alman söz sanatının bu en yüce ustasının nasıl önemli, dahası en önemsiz m ektupları bile, gönderilecek olgun lukta bulm adan önce, iki-üç kez kaleme alıp düzeltm iş olduğunu ya da N ietzsche’nin hem en her yazının tasla ğını kendisinin kalem e aldığını hatırlasam, aklıma söz sanatı bakım ından -onlarla karşılaştırıldığında- sonsuz yoksul düşmüş, bu bakım dan kendim ize güvenimizi yi tirmiş olan bizlerden kaçımızın hâlâ gelişigüzel bir m ek tuba bunca sevgi ve saygı gösterecek kadar çalışkan ve sabırlı olduğu sorusu gelir. A rtık hepim iz ya da hem en hepim iz, m ektubu sanatla bir tutm aktayız; sanatçılar çevresinde m ektup bugün bazen iş konularında, bazen de sanat politikasıyla bağıntılı olarak kullanılıyor; fakat doğrudan bir sanat eseri olabilme fırsatını m ektuba artık hem en hiç tanım ıyoruz. Oysa m ektuptan sevgimizi esirgemekle ne büyülü bir şeyi yitirdiğimizin bilincine varabilseydik! H er m ek tu p hep tek bir kişiye, duyguların paylaşılması için öngö rülm üş belli bir insana yöneldiğinden, ister istemez ko 130
nuşanın ikinci bir portresine dönüşürdü. Kendisine sesle nmenin sesi de -bilinçaltında olmak üzere- yanıt verirdi; bu ortak atmosfer, aynı zamanda hem açık, hem m ah rem, hem konuşkan, hem suskun, güven aşılayıcı ve sır saklayıcı bir içtenliği sergilerdi. Bazı konular yalnızca an cak iki kişinin konuşmasında görülen bu tonla dile getiri lebilirdi; belki de zamanımızda en anlamlı mesajlardan bazılarını yitirmiş olmamızın tek nedeni, bu sanatı, m ek tup yazma sanatını görünüşte artık unutm uş olmamızdır. (Stefan Zw eig’m, O tto Heuschele tarafından 1924’te yayımlanan Yalnızlıkların İçinden Mektuplar adlı kitaba yazdığı sonsözden alınmıştır.)
131
DİN VE TOPLUM AÇISINDAN BİR DÜŞÜNÜR OLARAK TOLSTOY 27 Haziran 1883 tarihinde, o zamanlar Tolstoy’un yanı sıra Rusya’nın yaşayan en önemli yazarı olan Turgenyev, Yasnaya Polyana'daki dostu Tolstoy’a çok sarsıcı bir m ektup gönderir. İçinde bir tedirginlik vardır; birkaç yıldan bu yana, ulusunun en büyük sanatçısı olarak saygı duyduğu Tolstoy’un edebiyata sırt çevirdiğinin, "mistik bir etik’e yaklaştığının ve bu etik içerisinde kendini yi tirm ek üzere olduğunun ayırdına varmıştır; doğayı ve insanı başka kimsenin yapamayacağı bir ustalıkla betim leyebilen Tolstoy’un masasında artık Kutsal K itap’tan ve dinbilim incelem elerinden başka bir şey bulunm am akta dır. Turgenyev’in korkusu, Tolstoy’un da, tıpkı Gogol gibi, yaratıcılığı açısından en verimli yıllarını dünya için bir anlam taşımayan dinsel spekülasyonlarla harcaması olasılığıdır. Bu nedenle artık ölüm döşeğinde olan Turgenyev, eline m ürekkepli kalemi ya da daha doğrusu -a r tık ölüm ün soğukluğunu yansıtan parm aklarında m ü rekkepli kalem tutacak güç kalm adığından- kurşunkale mi alıp vatanının en büyük dehasına yalvarır. Yazdıkları, ölm ekte olan birinin en son ve içten dileğidir. “Yalvarı rım size, edebiyata geri dönün! Sizin asıl yeteneğiniz, orada. Rusyamızın büyük yazarı, lütfen bu isteğime ku lak verin!" 133
Ölm ekte olan birinin bu sarsıcı m ektubunu -m ek tup ortasında kesilir ve Turgenyev, artık gücünün tüken diğini yazar-Tolstoy hem en yanıtlamamıştır; yanıtlamak istediğinde ise artık çok geçtir. Turgenyev, isteğinin du yulduğunu bilm eden ölmüştür. Ne var ki Tolstoy, büyük bir olasılıkla dostunu yanıtlamakta güçlük çekecekti; çünkü onu bu bağlamda derin düşüncelere, Tann’yı ara maya iten, kendini beğenmişlik ya da salt merak olma mıştır; Tolstoy, bu yolda bir iradesi bulunmaksızın, dahası iradesinin dışında o noktaya sürüklenmiştir. Bu dünya nın duyularla algılanabilir yanlarım başka hiçbir yazarda olmadığı kadar görmüş ve duymuş, bütünüyle dünyaya bağlı ve dünyaya dönük bir insan olan Tolstoy, daha önce yaşamı boyunca hiçbir zaman metafiziğe eğilim göster memişti. Hiçbir zaman düşünm ekten hoşlandığı ya da iç güdüsel olarak düşünmeye zorlandığı için bir düşünür ol mamış, epik sanatında onu ilk düzlem de hep nesnelerin anlamı değil, ama duyularla algılanabilir yanları ilgilen dirmişti. Dem ek ki spekülatif alana yönelmesi, gönüllü olmamıştı; karanlıklarda bir yerden ansızın yediği bir dar be, o zamana kadar yaşam yolunda dim dik ve kendinden emin adımlarla ilerlemiş olan bu güçlü ve sağlıklı adamı bir anda sendeletmiş, korkudan gerilmiş ellerle tu tu n a cak bir yer, bir destek aramaya itmişti. Tolstoy’un yaklaşık elli yaşındayken iç dünyasında geçirdiği bu şokun herhangi bir adı ve görünürde bir ne deni yoktur. M utlu bir yaşamın koşulları diye sayılabile ceklerin tüm ü, Tolstoy’un o dönem inde eksiksiz olarak gerçekleşmiştir. Tolstoy sağlıklıdır, üstelik bedensel ola rak olağanüstü güçlüdür, düşünce dünyası canlı ve yıp ranmış olmaktan uzaktır. Büyük bir yurtluğun efendisi olarak parasal sorunları bulunm am aktadır, en soylu aile lerden birinin vârisi, bundan da önemlisi, Rus dilinin dünya çapında ünlü, en büyük yazarı kimliğiyle saygın 134
dır. Aile yaşamı -karısı ve çocuklarıyla- son derece uyum ludur; Tolstoy’un dış yaşamında huzursuzluğa yol açabi lecek herhangi bir neden bulabilmek, olanaksızdır. Ve karanlıktan gelen darbe, tam o dönem de iner. Tolstoy, başına korkunç bir şeyler geldiğini duyumsar. "Ya şam, ansızın durdu ve korku verici oldu.” Kendini yoklar ve başına ne geldiğini, neden ansızın bu sıkıntının, birta kım korkuların etkisi altına girdiğini, artık hiçbir şeyin kendisini m utlu edememesinin ve sarsıntıya sürükleyememesinin nedenini sorar. Tek duyabildiği, çalışmayı itici bulduğu, karısına yabancılaştığı ve çocuklannı um ursa madığıdır. Yaşamdan neredeyse tiksinti gelmiştir; bir ça resizlik ânında kendini vurm am ak için av tüfeğini dolaba kilitler. A nna Karenina da, kendi kişiliğinin bir yansıması olan Levin aracılığıyla, bu durum u şöyle dile getirir: H e r insanı v e bu a rada k e n d isin i g e le c e k te acıdan, ö lü m d e n v e so n ra s ız b ir c e h e n n e m d e n başka b ir şeyin b e kle m e d iğ in i ilk k e z o zam an b ü tü n açıklığıyla kavram ıştı; b u n u n ü ze rin e b ö y le yaşayam ayacağına k a ra r verm işti; ya yaşam a b ir açıklam a g e tirm e k ya da kendini v u rm a k zo ru n d a y d ı.
Tolstoy'u bir düşünür, bir yaşam öğretmeni yapan bu iç sarsıntıyı adlandırmaya kalkışmanın bir anlamı yoktur. Büyük bir olasılıkla karşılaştığı, yalnızca yaşdönüm üne bağlı bir durum du, yaşlanma ve ölüm karşısın da duyulan korkuydu, geçici bir atalete yol açan, nevrastenik bir depresyondu. Fakat kendi iç bunalımlarını göz lem konusu yapm ak ve onları aşmaya çalışmak, her dü şünce insanının, özellikle de sanatçının özelliğidir. Baş langıçta Tolstoy, yalnızca adlandıramadığı bir tedirginlik duyar. Bunun üzerine kendisine ne olduğunu, o zamana değin onca anlamlı, zengin, cöm ert ve çok yönlü buldu-
135
ğu yaşamın ansızın neden kuru ve anlamsız geldiğini bil m ek ister. Ve tıpkı o nefis öyküsünde, ölüm ün pençesini ilk kez kendi bedeninde duyan İvan îlyiç’in, korkuyla, "Belki de şimdiye kadar yaşamam gerektiği gibi yaşama dım," demesi gibi, Tolstoy da her gün yaşamı ve yaşamın anlatımını sorgulamaya koyulur - doğruyu araması ve filozofluğu, ta baştan beri düşünm ekten hoşlanmasın dan ve tinsel düzeydeki bir m eraktan değil, ama kendini ayakta tutabilm e içgüdüsünden, çaresizlik duygusundan kaynaklanmaktadır.Tıpkı Pascal’de olduğu gibi,Tolstoy'un da düşünm e eylemi, uçurum un kenarında ya da doğru dan uçurum dan edinilm e bir felsefedir; ölüm ve hiçlik karşısında duyulan korkunun etkisiyle yaşamın irdelenmesidir. O günlerden kalan ve Tolstoy’un kaleminden çıkma tu h a f bir kâğıt vardır; yazar, bu kâğıda yanıtlama gereğini duyduğu altı "meçhul soru’yu not etmiştir. a) N e için y a şa m a k ? b) B e n im v e b aşk a h e rk e s in v a ro lu şu n u n n e d e n i n e d ir? c ) B e n im v e b aşkalan n ın varlığının a m a cı n e d ir? d ) İçim d e d u yd u ğ u m iyi v e k ö tü şek lin d ek i p a rç a la n m a nın a n lam ı v e g e re k ç e si n e d ir? e ) N a sıl y aşa m alıy ım ? f) Ö lü m n e d ir - ke n d im i nasıl k u rtara b ilirim ?
Bu soruları yanıtlamak, kendisinin ve başkalarının nasıl "doğru" yaşayabileceklerini saptam ak, sonraki otuz yılda Tolstoy için edebiyatın önüne geçen bir görev ve yaşamının anlamı olmuştur. "Yaşamın anlamını bulmaya" yönelik bu arayışın ilk evresi, bütünüyle mantıksal bir çizgide gelişir. Özellikle Savaş ve Barış'tâki tarih felsefesinde belirginleşen bazı nihilist görüşlere karşın, hiçbir zaman bir kuşkucu olm a yan, yıllarını hem içe, hem de dışa yönelik olarak her 136
türlü kaygıdan uzak, tadını çıkararak ve çalışarak geçiren Tolstoy, ansızın felsefeye giren biri olarak önce otoritele re başvurur; amacı, insanın neden ve ne için yaşadığı ko nusunda onların görüşlerini öğrenmektir. Felsefe kitapla rını okumaya başlar;"yaşamın anlamı’nı ona açıklasınlar diye Schopenhauer’i, Platon'u, Kant’ı ve Pascal’i okur. Ama istediği yanıtı ne filozoflarda ne de bilimlerde bu lur. Tedirginlikle bir noktayı saptar: Bu bilgelerin görüş leri “ancak yaşamın dolaysız sorularına ilişkin bulunduk ları noktalarda açık ve nettir"; fakat kendilerinden asıl can alıcı noktada öğüt ve yardım beklendiğinde, yardım larını esirgerler; Tolstoy için tek önemli soru olan, “Yaşa mım, zaman, mekân ve neden açısından ne anlam taşı m aktadır?” sorusunu ise kimse açığa kavuşturamaz. Bun dan ötürü Tolstoy -ikinci evrede- felsefeyi bırakıp çareyi dinde arar. “Bilgi”, kendisini ondan esirgemiştir; bunun üzerine Tolstoy, bir “inanç” arar ve şöyle dua eder: “Tan rım, bana bir inanç armağan e t ve başkalarına da inanç yoluna girm elerinde yardımcı olmamı sağla.” Anılan iç tedirginlik dönem inde Tolstoy, henüz ki şiler üstü bir öğreti bulm a peşinde ya da tinsel düzlem de bir devrim ci kimliğinde değildir; tek istediği, kendi sine, güvenini yitirm iş bir Lev Tolstoy’a bir yol, bir he d ef bulm ak, ruhsal huzurunu yeniden elde etm ektir. Kendi deyişiyle, istediği kendini iç dünyasında “nihilizm den” kurtarm ak, yaşamın anlamsızlığına bir anlam bula bilmektir. Yeni bir inancın yayıcısı olmak, o sıralarda aklının ucundan bile geçmez; atalarından kalma eski dinden, O rtodoks Hıristiyanlıktan uzaklaşmayı da dü şünm ez. Tam tersine, on altı yaşından beri dua etm eye, kiliseye gitm eye son vermişken, yeniden kiliseye yakla şır. D ini b ü tü n bir insan olmaya çalışır, bütün buyrukla ra ve kurallara uyar, oruç tutar, m anastırlara hac yolcu luğu yapar, ikonların önünde diz çöker, piskoposlarla, 137
rahiplerle, tarikat üyeleriyle konuşur; her şeyden önem lisi, kendini Incil’e verir. Ve ondan sonra, doğrunun tedirgin araştırmacıları nın başına ne gelirse, Tolstoy da onu yaşar. Incil’in yasa larına ve buyruklarına artık uyulmadığını, Rus Ortodoks Kilisesi’nin Hz. Isa’nın öğretisi diye tanıttığının, artık ke sinlikle Isa’nın "gerçek” öğretisi olmadığını saptar. Böylece ilk görevini de bulm uş olur. İncil’i gerçek anlamıyla yorum lam ak ve bütün insanlara bu Hıristiyanlığı "mistik bir öğreti niteliğiyle değil, ama yeni bir yaşam anlayışı olarak” tanıtm ak. Arayan, m ümine, m üm in ise bir pey gambere dönüşm üştür; peygamberlikten bir tü r inanç bağnazlığına uzanan yol ise uzun değildir. Tolstoy’un ki şisel çaresizlik duygusu, otoriter bir öğretiye, tinsel ve ahlaki düzeydeki düşünce alanında reforma kaynaklık etm eye başlar; yeni bir toplum bilim filizlenir. Tek bir in sanın başlangıçtaki o korku dolu, "Ne için yaşıyorum, nasıl yaşamalıyım?” sorusu, giderek bütün insanlığa yönelik, "Böyle yaşamalısınız!” kuralına dönüşmüştür. Ö te yandan Kilise, bin yıllık deneyimi nedeniyle, Incil’e ilişkin başına buyruk yorumların beraberinde ge tirebileceği tehlikelerin kokusunu almakta ustadır. Bir kez yaşamını Incil’e göre düzenlemeye başlayanın, resmî Kilise'nin normlarına ve devletin buyruklarına zorunlu olarak ters düşeceğini bilir. Tolstoy’un ilkelerini içeren ilk kitabı itiraflarım, sansür tarafından, İnancım Neden İbarettir? adlı ikinci kitabı ise Kutsal Sinod1 tarafından yasaklanır; başlangıçta büyük yazara duyulan saygıdan ötürü en son önlem e başvurm aktan çekinen Kilise, b ü tün bu çekingenliğine karşın sonunda Tolstoy'u aforoz eder. Ç ünkü varlığının en derin noktalarına değin sar1. Başta O rtod oks Kilisesi olmak üzere Doğu kiliselerinde patrikle birlikte sürekli yönetim organını oluşturan piskoposlar kurulu. (Y.N.)
138
silmiş olan Tolstoy, Kilise’nin, devletin ve bütünüyle za manın yerleşik düzeninin dayandığı temelleri çökertmek peşindedir; çünkü Yeni Vaftizciler ya da devrimin köylü vaizleri gibi, başka deyişle Hıristiyanlığı yeniden kaynak larına geri döndürm ek ve yalnızca Kutsal K itap’ta yazılı olanlara göre yaşamak isteyenlerin hepsi gibi, Tolstoy da Yeniçağ’ın gördüğü en kararlı devlet düşmanlarından, en coşkulu anarşistlerden ve anti kolektivistlerden biri olma yolundadır. Gücüyle, kararlılığıyla ve sonsuz cesa retiyle bir yandan L uther ve Calvin gibi en uç noktadaki reformcuları, öte yandan da, toplum bilim anlamında ol m ak üzere, en gözüpek anarşistleri, Stim er’i ve yandaşla rını geride bırakır. Tolstoy, kısa bir süre sonra bütün hata ları ve sevaplarıyla XIX. yüzyıldaki m odern kültürün ve toplum un en amansız, en tehlikeli düşmanı olur; daha önce sanatsal açıdan çağının en büyük yaratıcısı olan bu yazar, şimdi eleştirmenlerin en yıkıcısıdır. G erek Kilise gerekse devlet, böyle kararlı ve tek ba şına hareket eden bireylerden nasıl bir tehlike gelebile ceğinin bilincindedirler; ayrıca, en katıksız ideolojik ni telikteki araştırmaların bile sonunda uygulamaya dökül düğünü, yeryüzünde en büyük kargaşaya, dünyayı düzelt m ek isteyenler arasında en dürüst ve en yetenekli olanla rın yol açtıklarını da bilirler. Yine bilirler ki, asıl özüyle Hıristiyanlığın hedeflediği, yeryüzü değil, fakat bir gök yüzü imparatorluğudur; bu Hıristiyanlık anlayışının buy rukları, kısmen yeryüzü devletini olumsuzlayıcı nitelik tedir; çünkü dini bütün bir Hıristiyan, Isa'yı Caesar'dan, C ennet’i de yeryüzünden üstün tutm akla yükümlüdür; bundan ötürü de '‘tebaa“mn yükümlülüklerine, devletin yasalarına ve yapısına ters düşmesi kaçınılmazdır. Tols toy, arayışlarının onu nasıl bir sorunlar ormanına sürükle diğini ancak zamanla anlar. Başlangıçta tek yaptığının, bireysel davranışlarını olabildiğince Incil’in buyruklarına 139
uydurarak, kendi özel yaşamını düzene sokmak, ruhunu da huzura kavuşturmak olduğuna inanır; Tanrı’yla ve kendisiyle barışık yaşamaktan başkaca bir amacı yoktur. G elgeldim başlangıçtaki, “Yaşamımda yanlış olan neydi?” sorusu, Tolstoy ayırdına varmaksızın genişleyerek, “H e pimizin yaşamında yanlış olan, nedir?" sorusuna dönü şür, böylece de zamana, içinde yaşanan dönem e yönelik bir eleştiri olup çıkar. Tolstoy çevresine bakınmaya baş lar; o zaman özellikle o dönemin Rusyası’nda aslında kolayca görülebilecek bir olguyu, toplum sal koşullar ara sındaki eşitsizliği, yoksul ile zengin, lüks ile sefaletin kar şıtlığını saptar; kendi kişisel yanılgılarının yanı sıra, kendi sınıfından olanların yaptıkları genel haksızlığın da bilin cine varır ve bütün gücüyle bu haksızlığa karşı çıkmayı birincil ödev olarak benimser. Bu noktada da işe çok ağır başlar; bu inatçı ve olağanüstü ileri görüşlü adam, çıktığı yoldan bir daha geri dönmeyecektir; ama bir anarşiste, ilkeleri açısından bir devrimciye dönüşm ezden çok önce, bir iyiliksever ve liberal olur. 1881 yılında Moskova’ya yaptığı rastgele bir ziyaret sırasında, toplum sal sorunlara ilk kez daha çok yaklaşır. Tak çto je nam delat? (Ne Yap malıyız?] adlı kitabında, büyük kentteki kitlesel yoksul lukla ilk karşılaşmasını sarsıcı bir anlatımla dile getirir. Yoksulluğu dikkatli gözleriyle daha önce yaptığı yolcu luklar sırasında da hiç kuşkusuz görmüştür; ancak daha önce gördükleri, köylerle, taşrayla sınırlı kalan, tek tek yoksulluklardır, endüstri kentlerinin yoğunlaşmış, em ek çi kitlelerine özgü yoksulluğu ya da içinde yaşanılan za m anın bir ürünü niteliğiyle yoksulluk değildir; bir m aki ne kültürünce yaratılmış, neredeyse mekanik bir yoksul luk değildir. Tolstoy başlangıçta, inandığı Kutsal Kitap doğrultusunda, yoksulluğa bağışlarla, bağış kampanyala rının örgüdendirilm esiyle karşı çıkmak ister; ama her türlü bireysel eylemin boşunalığını ve “bu insanların tra 140
jik yaşamlarını değiştirmek için tek başına paranın yeter li olamayacağını" kısa sürede anlar; gerçek bir değişime ancak var olan toplum sal sistem kökünden değiştirildiği takdirde ulaşılabilecektir. Böylece Tolstoy, zamanın du varlarına şu ateşli uyarı sözlerini yazar: A ra m ız d a , z e n g in le rle yo k su lla n n a ra sın d a b ir yanlış eğitim d u varı yü k se liyo r, y o ksu llara y a rd ım a g irişm e d e n
ö n ce bu duvarı y ık m ak zo ru n d ay ız. Y o k su lla n n yoksulluklannın g e r ç e k n e d e n in in b izim zenginliğim iz o lduğu s o n u c u n a k a çın ılm az o la ra k v a rm ış b u lu n u yo ru m .
Var olan toplum düzeninde bazı yanlışlıklar vardır; Tolstoy, bu gerçeği ruhunun derinliklerinde acıyla algıla mıştır ve o andan başlayarak artık tek bir hedefi bulun maktadır: insanları eğitmek, uyarmak, böylece onların, insanların böyle sınıflara ayrılmasıyla ortaya çıkan kor kunç haksızlığı kendi iradeleriyle gidermeye koyulmala rını sağlamak. Bu iş, insanların kendi iradeleriyle, salt ahlaki düzey de düşünerek bir sonuca varmalarıyla gerçekleştirilmelidir; Tolstoyizmin başladığı nokta, budur; çünkü Tolstoy’un hedeflediği, kaba güçten uzak, ahlaki düzeyde gerçekleş tirilecek bir devrimdir; böyle bir devrim, kısa zamanda haksızlıkları gidermeli, böylece de insanlığı ötekisinden, yani kanlı bir devrimden esirgemelidir. Bu, vicdan düze yinde gerçekleştirilecek bir devrim olmalıdır; zenginle rin zenginliklerinden gönüllü olarak özveride bulunm a larıyla, tem bellerin tembelliği bir yana bırakmalarıyla, doğal, Tanrı'nın öngörmüş olduğu biçim de bir işbölü m ünün, yani kimsenin bir başkasının emeğinden aşırı pay elde etm em esini sağlayacak bir işbölüm ünün en kısa zamanda kurulmasıyla gerçekleşecek bir devrim olmalı dır; gereksinimler arasında eşitlik bulunm alı, lüks denen 141
şey, zenginliğin bataklığında yetişen zehirli bir çiçek sa yılarak insanlar arasında eşitlik uğruna kökü kurutulm a lıdır. Tolstoy, bu saptam alardan yola çıkarak, Kari Manc’tan ve Proudhon'dan yüz kez daha kararlı bir tu tum la m ülkiyete karşı savaşını başlatır. "Bugün mülkiyet, bütün kötülüklerin kaynağıdır. H em ona sahip olanların, hem de sahip olmayanların acılarının tek nedenidir. Ve aşın varlıklılarla, yoksulluk içerisinde yaşayanlar arasın da bir çatışma çıkması tehlikesi, kaçınılması olanaksız bir tehlikedir." Tolstoy'a göre bütün kötülükler, m ülki yetle birlikte başlar ve devlet m ülkiyet ilkesini benim se meyi sürdürdükçe, Tolstoy’a göre hem Hıristiyanlığa, hem de toplum a aykırı düşer; bunun sonucunda da Tolstoy’a göre mülkiyet, başkalarına karşı suç işlemekle eşanlamlı olduğundan-, suç ortaklığı yapmış, dahası asıl suçlu kimliğine bürünm üş olur. "Devletler ve hüküm et ler türlü entrikalar çevirip m ülkiyet elde etm e uğruna, Rhein N ehri’nin kıyılarını, Afrika’daki ülkeleri, Ç in’i ve Balkanları ele geçirmek uğruna savaşa giriyorlar; banka cılar, tüccarlar, fabrikatörler ve toprak sahipleri, kendile rine ve başkalarına yalnızca m ülkiyet uğruna acı çektiri yorlar, yalnızca m ülkiyet için çalışıp planlar yapıyorlar. M em urlar yalnızca m ülkiyetin yararına olmak üzere sa vaşım veriyorlar, aldatıyorlar, başkalarını eziyorlar. M ah kem elerim iz ve polisimiz mülkiyeti savunuyorlar. Ceza kolonilerimiz ve hapishanelerim iz, başka deyişle sözde suçu ortadan kaldırmak için başvurduğum uz b ütün o korkunç araçlar, gerçekte yalnızca m ülkiyetin korunması için kullanılıyor.” D em ek ki Tolstoy’un anlayışına göre var olan to p lum düzeninin bütün haksızlığını koruyan tek bir suçlu bulunm aktadır ve bu suçlu da devletin kendisidir. Dev let, Tolstoy’a göre yalnızca mülkiyeti korum ak için b u lunm uş bir kurum dur; yasalarıyla, savcılarıyla, hapishane 142
leriyle, yargıçlarıyla, polisleri ve ordusuyla devlet o çok organlı zorbalık sistemini yalnızca bu amaç için oluştur muştur. Ama Tolstoy'a göre devletin en korkunç, en tan rıtanım az cinayeti, ilk kez yüzyılımızda konmuş olan zorunlu askerliktir. Bir insanın rastgele bir parola -vatan, özgürlük, devlet- uğruna hiç tanımadığı bir insanı öldür m ek için devletin buyruğuna boyun eğmesi ve eline öl dürücü bir silah almak zorunda kalması kadar gerçek bir Hıristiyana ters düşen, Hz. İsa'nın İncil’ine ihanet anlamı nı taşıyan bir başka kurum daha yoktur; Tolstoy’un hep vurguladığı gibi, sözü edilen parolalar, gerçekte insanın aslında kendine ait olmayan bir mülkiyeti korum ak ve m ülkiyet düşüncesini zorunlu yüce ve ahlaki bir hak dü zeyine çıkarmak iradesinden başka bir şeyi içermez. Tolstoy, sözde kültürün -Tolstoy, bu kültürü hep içsel bir ahlaktan uzaklaşmanın maskesi sayar- bugünkü ko num unda insanların -T anrı’nın ve ahlakın buyruklarına aykırı olarak- devletin buyruğuyla birbirlerini boğazla mak zorunda bırakılmalarından kaynaklanan çelişkiyi gözler önüne serebilmek için yüzlerce sayfa doldurm uş tur; çünkü Tolstoy'a göre bu yolla ‘‘bir insan, iradesi dı şında olmak üzere, kendi bilincine ters düşen bir konu ma getirilmiş olmaktadır.” Böylece—Incil’i araştırırken, artık radikal bir anarşist olan- Tolstoy, devlet "Hıristiyanlığa aykırı" bir şey, yani askerlik hizm eti istediğinde, devlete direnm enin ahlaki düşünen her insanın görevi olduğu sonucuna varır; bu direniş, kaba güç aracılığıyla değil, fakat pasif biçim de gerçekleştirilecektir; ayrıca birey, başkalarının emeğinin söm ürülm esi ve kötüye kullanılması tem eline dayanan her çabadan gönüllü olarak uzaklaşmalıdır. O nurlu insa na düşen, bir vatansever gibi değil, bir hüm anist gibi dü şünm ek ve eylem de bulunm aktır; Tolstoy, bireyin kutsal bir hakkına, yasal sayılan, dahası yasanın buyruğu niteli 143
ğinde olan şeyleri, eğer inancı öyle gerektiriyorsa reddet mek, devletçe konmuş, ama ahlaki bulmadığı kurallara kayıtsız kalmak hakkına sürekli atıf yapar. Bundan ötürü de "Hıristiyan insanına" kurum lardan olabildiğince uzak kalmasını, mahkemelerde çalışmamasını, hiçbir mevki ka bul etm emesini öğütler; ruhun tem iz tutulm ası, ancak bu yolla gerçekleşebilecektir. Tolstoy, adı devlet gücü bile olsa, ahlaka aykırı bir ilke olan güç kullanılması ilke sinden korkmaması için bireyi sürekli yüreklendirir; çünkü var olan konum uyla devlet, gizli bir adaletsizliğin savunucusu, avukatı ve yandaşıdır; Tolstoy, tek tek kişi lerce işlenen anarşik suçları, insanın can düşmanı olan devletin görünüşte çok iyi düzenlenmiş, çok insanca dav ranan kurum lan kadar ahlaka aykırı bulmaz. "Hırsızlar, haydutlar, katiller ve dolandırıcılar, insanın ne yapm a ması gerektiğinin örnekleridirler ve insanda kötülük kar şısında tiksinti uyandırırlar. Buna karşılık hırsızlık, hay dutluk ve katillik yapan, bu yaptıklarını dinsel, bilimsel ve liberal gerekçelerle yaldızlayanlar, bütün bunları top rak sahipleri, tüccarlar ve fabrikatörler sıfatıyla yapanlar ise, başkalannı da bu eylemleri taklide kışkırtmış olurlar; bunlar, yalnızca bu eylem lerden doğrudan etkilenenlere değil, fakat iyi ile kötü arasındaki ayrımı kaldırarak ah laksızlığa sürükledikleri binlerce, milyonlarca insana da kötülük yaparlar... Tutkuların etkisi altında bulunm ayan, hali vakti yerinde ve kültürlü insanlarca, Hıristiyan din adamlarının da onayları ve katılımlarıyla yerine getirilen tek bir idam hükm ü, insanları günlük ekmeğini kazan m ak peşinde olan, eğitimsiz, çoğunlukla tutkularının esi ri olanlarca işlenen yüzlerce ve binlerce cinayetten daha çok ahlaktan yoksun kılar ve sapkınlığa sürükler... Savaşa eşlik eden bütün yitimlerle, yağmalamalarla, ses çıkarıl mayan taşkınlıklarla, cinayetlerle, savaşın zorunluluğuna ve adaletine ilişkin sözde gerekçelerle, savaştaki eylem 144
lerin övülmesi ve yüceltilmesiyle, bayraklara ve anava tana gösterilen saygıyla, yaralılara gösterilen o sözde il giyle, en küçüğü bile olsa, her savaş, insanları bir yılda, yüzyıl boyunca tutkularının esiri olan insanlar tarafın dan gerçekleştirilmiş haydutluklardan, kundaklamalar dan ve cinayetlerden çok daha ileri ölçüde ahlakdışı kı lar.” D em ek ki devlet ve kurulu düzen, asıl suçludur, Hıristiyanlığın gerçek düşmanıdır, kötünün som utlaş mış görüntüsüdür; Tolstoy, bu devletin yüzüne karşı öf keyle, "Ahlaksızlığı ezelim!" diye haykırır. İnsanların birlikte yaşamının bir temeli niteliğiyle devlet, “kötü 'n ü n doğrudan kendisi ve yeryüzünde H ı ristiyanlığın düşmanı olunca, Tolstoy’a göre bir Hıristiyanın doğal görevi de kendini bu şeytanın taleplerinden ve baştan çıkarma girişimlerinden korumaktır. Ö zgür bir Hıristiyan, Fransa’yı ya da İngiltere’yi ne kadar um ursuyorsa, Rusya’yı da o kadar umursayabilir; özgür bir H ı ristiyan, ulusların değil, fakat genel olarak insanlığın ba kış açısından düşünebilmelidir. Bu nedenle Tolstoy, Or todoks Kilisesi’nden ayrıldığı gibi, ruhsal olarak kendini devletten de bağımsız kılar ve şu açıklamayı yapar: "Ge rek yazılı açıklamalarımla, gerekse tek bir devlete hiz m et ederek devletleri ya da ulusları tanımam , onlar ara sındaki çekişmelere katılm am söz konusu olamaz. G üm rükler, vergi toplamalar, patlayıcı m adde ve silah üretim i ya da herhangi bir savaş hazırlığı gibi, tem elini devletler arasındaki farklarda bulan konularda herhangi bir payı mın bulunm asına izin verem em .” "Hıristiyan” olan, dev let kum rularından herhangi bir yarar sağlamaya kalkış mamalı, devletin koruması altında zengin olmamalı ya da yükselmemelidir. M ahkem elere başvurmamalı, en düstri ürünlerinden yararlanmamak, başkasının emeği nin ürünü olan hiçbir şeyi kendi yaşamında değerlendirmemelidir. M ülkiyet edinm em ek, elini paraya sürm em e145
li, trene ya da bisiklete binmemeli, asla seçimlere katılıp resmî görevler üstlenmemelidir. Ne Ç ar’a ne de başka bir makama sadakat yemini etmelidir; çünküTanrı'ya ve onun Incil'de yer alan kelamına uymakla yükümlüdür; kabul edebileceği tek yargıç da kendi vicdanıdır. Tolstoy’un an layışı doğrultusunda "gerçek Hıristiyan’a -aslında bura da "gerçek anarşist” nitelendirmesi de kullanılabilir- dü şen, devletin varlığını yadsımak, ahlaklı bir insan olarak bu ahlakdışı kurum lann dışında yaşamaktır. Gerçek Hıristiyanı, devlet düzenini yok sayacak yerde o düzenden nefret eden siyasi devrimciden ayıran tek nokta, bu salt edilgin, salt olumsuz, bütün acıları gönüllü olarak kabul lenen tutum dur. Burada Tolstoy ile Lenin arasındaki ilkesel karşıtlığı gözden kaçırmamak gerekir:Tolstoyizm, var olan toplum düzenini yadsıyışındaki katılık ve kararlılıkla, bu toplum düzenine karşı her türlü güç kullanılarak başkaldırmayı da yadsır, çünkü devrim, kötüye karşı kötüyü -kaba gü c ü - kullanmak zorundadır. Şeytan’la savaşmak için Şeyta n ’a başvurulmamalıdır. Tolstoy’un öğretisi, "Kötüye karşı kaba güçle karşı çıkmayın" yolundaki en yüce ve en öz nitelikteki ilkesi gereğince, pasif bireysel direnişi, ak tif ve devrimci tu tu m karşısında izin verilmiş tek savaş ma biçimi sayar. "Gerçek H ıristiyan'a düşen, acı çekmek ve devlet eliyle kendisine yapılan her türlü haksızlığa elbet bu haksızlığı onaylam aksızın- dayanmaktır. Ancak kaba güçle savaşmak için asla kaba güç kullanmak hakkı na sahip değildir, çünkü kendisi kaba güce başvuracak olursa, "kötü'nün ilkesini ve kaba gücün geçerliliğini ta nımış olur. Tolstoyist devrimci, hiçbir zaman vurmaz, kendisine vurdurtur, dış dünyada herhangi bir iktidar konum una gelebilmek için çaba harcamaz; buna karşılık iç dünyasındaki kaba güce başvurm am a ilkesinden hiç bir kaba gücün zorlamasıyla vazgeçmez. O nun, devleti 146
ele geçirmek yerine, iç dünyasında umursamadığı bir şey niteliğiyle bir yana bırakma "iktidarı” vardır; ayrıca kimse onu, vicdanının sesine aykırı düşerek devletin tebası ol maya zorlayamaz. Dem ek ki Tolstoy, her türlü otoriteye karşı kendi dinsel ve Hıristiyan kimliğindeki başkaldırısıyla, profes yonel, aktif sınıf kavgasını birbirinden ayıran çizgiyi çok n et bir biçim de çekmektedir. "Devrimcilerle karşılaştığı mızda, çoğu kez onlarla kesişme noktalarımızın bulun duğu gibi bir yanılgıya düşeriz. H em onlar, hem de biz, şöyle bağırırız: Devlet istemiyoruz, m ülkiyet istemiyo ruz, adaletsizlik istemiyoruz; daha pek çok şeyi birlikte haykırırız. Yine de arada büyük bir ayrım bulunmaktadır: Hıristiyanlar için devlet diye bir şey yoktur; onların iste diği ise, devleti yıkmaktır. Hıristiyanlar için mülkiyet yoktur - oysa onlar, mülkiyeti kaldırmak peşindedirler. Hıristiyanlar için bütün insanlar arasında eşitlik vardır onlar ise eşitsizliği ortadan kaldırmak isterler. Devrim ci ler, yönetimle dışarıdan savaşırlar; bir Hıristiyan ise asla savaşmaz; onun yaptığı, devletin temellerini içeriden çö kertmektir.” Kendi inançları nedeniyle boyun eğmeyi reddeden, boyun eğmektense Sibirya’ya gönderilmeyi, kırbaçlanmayı ve hapse atılmayı yeğleyen binlerce insa nın sayısı gittikçe arttığı takdirde bunlar, Tolstoy’un dü şüncesine göre, kahramanca pasiflikleri sayesinde dev rimcilerin dayanışmacı gücünün elde edebildiğinden çok daha fazlasına erişebileceklerdir. Bu nedenle dinsel dev rim, pasif tutum da direnilmesi nedeniyle, zamanla devlet için ayaklanmalardan ve gizli tertiplerden çok daha yıkıcı olacaktır. Dünyanın düzenini değiştirmek için yapılması gereken, insanların değişmesini sağlamaktır. Tolstoy'un düşlediği, silahların değil, ama sarsılmaz ve her türlü acı yı yüklenmeye hazır vicdanın içten gelecek devrimidir; yum rukların değil, ruhların gerçekleştireceği devrimdir. 147
Tolstoy’un bu "devlet karşıtı öğretisi” -burada Luther’in "Hıristiyan İnsanın Özgürlüğü” başlıklı incele mesini hatırlayabiliriz- kendi başına ele alındığında, son derece yalın ve vurucu gücü yüksek bir öğretidir. Sis temdeki çatlak, Tolstoy’un, bireyin kendi geleceğini kendi belirleme hakkını pozitif bir devlet kuramına dönüştür meye kalkışmasıyla baş gösterir. Çünkü insan bir hava boşluğunda ve yüzyılının dışında yaşayan bir varlık de ğildir; milyonlarca bireyin birlikte yaşadığı, uğraşlarla yeteneklerin günlük yaşamda birbirleriyle kesiştiği yer de -"devlet” denen suçlu dışlansa b ile- yaşam düzenini sağlayan bir yolun bulunması, böylece de şimdiye kadar "yanlış” olanın karşısına "doğru”nun, kötünün karşısına iyinin çıkarılabilmesi gerekir. Ve bu noktada, toplum sal alanda yapıcılığın eleştiriden ne denli zor olduğu, insan lığın tarihinde belki bininci kez olmak üzere yeniden belirginleşir. Tolstoy'un teşhisten tedaviye geçtiği, var olan toplum düzeninin yadsınması ve lanetlenm esi ye rine, gelecekteki daha iyi bir insan toplum una yönelik önerilerde bulunduğu yerde kavramları bütünüyle b u lanır, düşünceleri de karışır. Ç ünkü Tolstoy, otoriteleri, yasaları ve bu yasaları uygulayan organlarıyla, yerleşik ve kurallara bağlı bir devlet düzeni yerine -b u n u , onun gibi, insanları iyi tanıyan, insan ruhunun derinliklerini neredeyse eşsiz bir ustalıkla araştırmış birinden duymak, gerçekten şaşırtıcıdır-, birbiriyle çatışan bütü n yararlar arasında bir uyum sağlama aracı olarak salt "sevgiyi", "kardeşliği", "inancı”, "Hıristiyan yaşamı”nı önerir. Bu gün kültürel bakım dan şım artılm ış ve varlıklı sınıflarla yoksul sınıflar arasında uzanan büyük uçurum , Tolstoy’a göre ancak varlıklı sınıfların bütün ayrıcalıklarını gö nüllü olarak elden çıkarmalarıyla, yaşamdan artık b u güne kadar olduğu ölçüde şeyler beklememeleriyle aşı labilir. Buna göre zengin servetini, aydın insan kendini 148
beğenmişliğini bırakmalı, sanatçı yapıtlarının yalnızca geniş kitlelerce anlaşılmasını amaçlamalı, herkes kendi emeğiyle yaşamalı ve çalışmasından çok sade bir yaşam için gerekli olandan başkaca hiçbir şey beklememelidir. Toplumsal eşitlik -Tolstoy’un ağırlıklı düşüncesine göre-, devrimcilerin istedikleri gibi, mülkiyet sahiplerinin elin den mülkiyetlerinin zorla alınmasıyla, aşağıdan yukarı doğru değil, fakat varlıklılann kendiliklerinden ödün ver meleriyle, yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilmelidir. Böyle ilkel ve köylülere özgü yaşam biçimlerine iniş sı rasında kültür değerlerimizin çoğunun yitirileceğini Tols toy da çok iyi bilir; bu nedenle sanat üzerine kaleme al dığı yazısında bu özveriyi bizler için daha kolay kılmak amacıyla, aralarında Shakespeare'in ve Beethoven’in de bulunduğu en büyüklerin edebiyat ve müzik alanındaki edimlerini, bunların halk tarafından yeterince anlaşılamadığı gerekçesiyle değersiz kılmaya çalışmıştır. Tolstoy'a göre dünyada en önemli şey bir ayrımı, zengin ile yoksul arasında var olan, dünyayı zehirleyen o korkunç ayrımı ortadan kaldırmaktır. Çünkü Tolstoy’un düşüncesine göre gereksinimler arasındaki eşitlik ya da daha doğru deyiş le, eşit ölçülerde gereksinimlerden yoksunluk aracılığıyla insanlığın birlik ve bütünlüğü bir kez sağlandıktan sonra, kıskançlık ve nefret gibi kötü içgüdüler de saldın hedefi bulamayacaklardır. O zaman özel otoriteler yaratmak ve bunlan ayakta tutabilm ek için kaba güce başvurm ak gereksizleşecektir. Bütün üst düzenlerle alt düzenler orta dan kaldırıldıktan, insanlar tek bir kardeşlik toplum unu yaratmayı yeniden öğrendikten sonra Tanrı’nın gerçek C ennet’i de başlayacaktır. Bu tezlerin, toplum sal karşıtlıkların uç noktada ol duğu bir ülkedeki çekiciliği ve Tolstoy’un otoritesinin gücü nedeniyle, pek çok insanda Tolstoy’un toplum öğ retisini uygulama isteği uyandı. Bazı yerlerde yaşayanlar, 149
bir deney yapmaya karar vererek m ülkiyete ve kaba gü ce dayanmayan koloniler kurdular. Ama bu deneyler ne yazık ki düş kırıklıklarıyla sonuçlandı; Tolstoy ise Tolstoyizmin tem el ilkelerini kendi evinde, aile çevresinde bile kabul ettirm eyi başaramadı. Yıllar boyunca özel yaşamı nı kuramlarına uydurmaya çalıştı; hayvanları öldürm e mek için çok sevdiği avdan vazgeçti, trene binmekten olabildiğince kaçındı, yazılarının gelirini ailesine ya da hayır işlerine ayırdı, canlıların zorla öldürülm esine yol açtığından, et yemeyi reddetti. Tarlada çalıştı, sırtında kaba köylü giysileriyle dolaştı ve pabuçlarının topukları nı kendi eliyle çaktı. Ama bütün bunlara karşın gerçeklerin düşünceleri karşısındaki direncini kıramadı ve -yaşam ının en büyük trajedisi olarak- kendisine en yakın insanlar üzerinde, ai lesi üzerinde bile bu bakım dan egemenlik kuramadı. Ka rısı ona yabancılaştı; çocukları babalarının kuramları yü zünden neden seyisler ve köylüler gibi yetiştirilmeleri gerektiğini anlayamadılar; sekreterleri ve çevirmenleri, Tolstoy’un yazıları üzerindeki "mülkiyet" uğruna sarhoş arabacılar gibi birbirleriyle kapıştılar; çevresinde yaşa yanların hiçbiri bu m uhteşem yabaninin yaşamını ger çek bir H ıristiyan’ın yaşamı saymadı; sonunda Tolstoy, kendi inançlarıyla çevresinin isteksizliği arasındaki kar şıtlıktan duyduğu acı nedeniyle kendi evinden kaçtı; yal nızlık içerisinde ve kendi en kutsal am açlan açısından hayal kınklığına uğramış olarak küçük bir tren istasyo nunda, bir yabancının yatağında öldü. Yeryüzü gerçeği ortam ındaki her ideal düşünce gibi, Tolstoy’un dünya düzenini bir çırpıda değiştirm e girişimi de, inancının ka tılığı, düşüncelerinin ödünsüzlüğü nedeniyle, başansız kalmaya yargılıydı. Yine de şu noktayı belirtm ek gerekir: G erçek d ü n yamızda Tolstoy’un toplum sal ve dinsel düşünce siste 150
minin, tıpkı Platon’un devlet ütopyası ve Jean-Jacques Rousseau’nun toplum düzeni gibi, gerçekleştirilemez bir sistem olduğunu söylemek, Tolstoy’un arkasından ucuza kaçan bir konuşma olurdu. Ayrıca Tolstoy'un ku ramsal yazılarının ancak birkaç yerde edebî eserlerinin parlaklığını ve inandırıcılığını aşabildiğini saptam ak da çok kolaydır; bu bağlamdaki ayrımı duyabilmek için, aynı düşüncelere değişik bir üslupla yer verdiği halk masallarından birini ya da ikisini kuramsal yazılarında ki o yüksek perdeden gelen tonla karşılaştırmak yeterlidir. Aralarında en güzellerinin Kutsal K itap’taki Eyüp ve R ut söylenceleriyle yarışabileceği halk masallarında Tolstoy’un anlatımı özlü, som ut ve buluşlardan yana zengindir; felsefesinde ise kolaylıkla dağınıklığa, duygu sallığa kayar; üstelik kimi zaman kullandığı diktatörce ton, nahoş da gelir; sanki 1880 yıldan bu yana ilk kez kendisi, yani Lev Tolstoy Incil’i "doğru” okum uştur ve toplum un sorunlarını ondan önce kimse eleştirel biçim de düşünmemiştir. Bu durum da insan, Tolstoy’a Tak çtoje nam delat? ve Tann'mn Egemenliği İçinizdedir gibi dağınık çalışmalardan, verimsiz Kutsal Kitap yorumlarından ay rılıp edebiyat dünyasının yaratıcılığına geri dönmesi için yalvaran Turgenyev’e hak verm ektedir; çünkü o dünyada Tolstoy, yalnızca kılı kırk yararcasına düşünenlerden biri değil, fakat halkının, hatta yüzyılının en yüce kişisidir. Yine de dünyanın Tolstoy’un yaşama ilişkin öğretilerine borçlu bulunduğu güçlü, dahası dünya tarihi açısından önemli etkileri küçüm sem eye kalkışmak, haksızlık olur; Karl Marx ve Nietzsche de dahil, çağdaşlarından hiçbi rinin düşünce alanında verdiği yapıtlardan milyonlarca insanı benzer biçim de bile olsa sarsıcı etkiler doğm adı ğını söylemek de bir abartı değildir. Elbet bu etkiler, çok değişik yönlerde olmuştur. Tıpkı C ennet’in göbeğinden doğan akarsuların sonradan en ters yönlere akmaları gi 151
bi, Tolstoy’un düşünceleri de tu h af bir biçimde XX. yüzyılın özellikle en düşmanca sayılabilecek düşünce hareketleri açısından verimli olmuştur. Tolstoy'a [ken disi her şeyin sevgiyle çözüme bağlanmasını isterken), düşmanın yok edilmesini ilk talep olarak ileri süren, bi rey karşısında (Tolstoy’un Şeytan saydığı) devlete akıl almaz bir üstünlük tanıyan, iktidarı odaklaştırmasıyla, tanrıtanımazlığıyla, kolektifleştirmesi ve endüstrileştirmesiyle, kitleleri uyandırma iradesiyle, Tolstoy'un "böy le yaşamanız gerekir'inin tam tersini getiren sistematik Bolşevizm kadar uzak düşebilecek bir şey, herhalde dü şünülem ezdi. Buna karşın XIX. yüzyılın Rus devrimci lerinin hiçbiri, Lenin’in ve Troçki’nin yolunu, Ç ar’a ilk kez direnen, Kutsal Sinod kararıyla Kilise’yi terk eden, var olan her otoriteyi yok sayan ve toplum sal dengeyi yeni ve daha iyi bir dünya düzeninin önkoşulu saymış bu soylu karşı devrimci kadar açmamıştır. Tolstoy’un san sürce yasaklanan yapıtları, kopyaları çıkarılarak yüzbinlerce insanın eline ulaşmış, toplum cu devrimcilerin en ateşlilerinin bile henüz liberal nitelikteki düzeltm elerle ve reformlarla yetinm ek istedikleri bir dönem de mülki yetin kaldırılmasına ilişkin talebi, herkesi ortak kılmıştır. Rusya’nın radikalleşmesine hiçbir kitap ve hiç kimse, Tolstoy’un radikal düşünceleri ölçüsünde katkıda bulun mamış, hiç kimse vatandaşlarını hiçbir atılım dan kork mamaları yolunda onun kadar yüreklendirememiştir; içinde barındırdığı bütün çelişkilere karşın, Tolstoy da Kızıl M eydan’a bir heykelinin dikilmesini hak etmiştir. Ç ünkü Rousseau'nun Fransız D evrim i’nin atası olması gibi, Tolstoy da [büyük bir olasılıkla yine katı bir bireyci olan Rousseau gibi - istemeksizin) Rusya’da gerçekleşen dünya çapındaki devrimin atası olmuştur. Tuhaf olan şu ki, Tolstoy’un öğretisi başka milyon larca insanı da daha farklı bir biçim de etkilemiştir. Rus152
lar, Tolstoy'un öğretisinin radikal yanlarını alırlarken, dünyanın öteki ucunda, H indistan’da, Hıristiyan olma yan Gandhi, Hıristiyanlığın özünde yatan kaba güç kul lanmama ilkesini benimsemekte, ilk pasif direnişçi ola rak üç yüz milyon insanı örgütlemektedir. Gandhi, bu savaşta Tolstoy’un onayladığı tek silah olan kansız silah ları, endüstriye sırt çevirmeyi, evlerde çalışmayı, gerek iç dünyada, gerekse politika alanında bağımsızlığın, gerek sinimlerin en alt düzeye indirilmesi yoluyla kazanılması nı kullanmaktadır. Dem ek ki -R usya’daki aktif devrime ve H indistan’daki pasif devrime katılan- yüz milyonlar ca insan, Tolstoy’un, bu gerici devrimcinin ya da başkaldıran gericinin düşüncelerini benimseyip -b u düşünce lerin yaratıcısının suçlayacağı ya da yadsıyacağı bir bi çimde olsa d a- gerçekleştirmişlerdir. Kendi içlerinde düşüncelerin herhangi bir yönü yok tur. Düşünceler, ancak zamanın eline düştüklerinde, rüzgârda şişen yelkenler gibi sürüklenirler. Tek başlarına düşünceler, yalnızca hareket yaratan güçlerdir, ama ha reketin ve coşkunun hangi hedefe yöneldiğini bilmezler. Tolstoy’un düşüncelerinin ne kadarının tartışılabilir ni telikte olduğu, önem sizdir - ama bu düşünceler dünya tarihini ve onun yaşadığı dönem in tarihini en geniş bo yutlarda etkilemiş olduklarından, Tolstoy’un kuramsal yazıları bütün çelişkileriyle birlikte hep zamanımızın en önemli düşünce ve toplum öğeleri olarak kalacaktır; bunlar, günüm üzde de bireye hâlâ pek çok şeyler verebi lecek niteliktedir. Pasifizm ve insanlar arasında barışçı bir uzlaşma için savaşım verenler, savaşa karşıTolstoy’unkiler kadar etkili ve sistematik silahlar bulm akta güçlük çekeceklerdir. Bugün alışılmış bir olguya, düşüncelerim i zin ve çabalarımızın tek geçerli hedefi sayılıp tanrılaştı rılan devlete iç dünyasında baş kaldıranlar ve bu put uğ runa kendilerini bütünüyle feda etm eyi reddedenler, her 153
türlü vatan bağnazlığına karşı çıkan Tolstoy’da kendileri ne büyük bir destek bulacaklardır. H er devlet adamı ve her toplum bilim ci, Tolstoy’un çağımıza yönelik temel eleştirisinde kehanet sayılabilecek bilgilere rastlayacak tır; her sanatçı, hepim iz için düşünmek, yeryüzündeki haksızlığa sözleriyle karşı çıkmak uğruna ruhunu acılara sürüklemiş bu dev yazarın çabalarında kendisi için yeni bir güç kaynağı bulacaktır. Olağanüstü bir sanatçıyı ah lak alanında bir örnek, kendi ününün gücüyle saltanat sürecek yerde kendini hüm anizm in hizm etkârı kılan gerçek ahlakı bulm a yolundaki savaşımında yeryüzün deki bütün otoriterler arasında yalnızca birine, kendi sarsılmaz vicdanına boyun eğen bir insan olarak da göre bilmek, insan için her zaman bir büyük coşku kaynağıdır.
154
SEINE KIYILARINDAKİ BALIKÇILAR Yıllar önce Fransız İhtilali’ne dair bir tarih kitabın da, o zam anlar bana bütünüyle inanılm az gelen, küçük ve çoğu kez üzerinde pek durulm ayan bir olaya rastla mıştım . Kaynakta anlatıldığına göre, olaylarla dolu ge çen dört yılın ardından, sonunda XVI. Louis’nin idam edileceği dram atik gün gelip çatmıştı. Sabah erkenden boğuk trom pet sesleri arasında Kral’ın C oncorde Meydanı’na uzanan son yolculuğu başlamıştı. Alanda giyo tin, sabırsız bir kalabalığın başlarının üzerinde yüksel m ekteydi. Kral, kolları bağlı olarak basamaklardan çıka rılmış, bıçak hızla inmiş ve Fransa'nın Kutsanmış Kralı’nın kanlı başı sepete yuvarlandığında, kalabalıktan tek bir ağızdan gelircesine m üthiş bir sevinç çığlığı yüksel mişti. C um huriyet en önemli zaferini kutlamaktaydı: Yüzyılın en büyük ve en etkili olayı artık geride kalmış tı. Ancak - o zamanki tarihçinin biraz da öfkeli bir ifa deyle anlattığına göre-, o arada Concorde M eydanı’ndan ve giyotinden bir taş atımı ötede, Seine kıyılarına dizil miş olan balıkçılar, o unutulm az tarihî anda, tıpkı nor mal günlerde yaptıkları gibi hiçbir şeyi um ursamaksızın balık avlıyorlardı. Eşsiz sahneye sırtlarını dönm üş ola rak, dikkatlerini yalnızca ağların yüzm ekte olan m antar larına vermişlerdi. Kalabalığın sevinç çığlığı ülkenin en
155
büyük tarihî olayının gerçekleştiğini haber verdiğinde, başlarını bile çevirmemişlerdi. Genç bir insan olarak ilk kez okuduğum da, bu kü çük olaya asla inanmak istemedim, içimde bir şey, böyle tarihî bir anda böylesine bencil bir um ursamazlık olasılı ğına karşı direnmekteydi. Yüzyıl dönüm ünün huzurlu, dingin ve dram atik olmaktan çok uzak atmosferinde ye tişmiş bir insan olarak, Fransız Ihtilali'nin ve Napoléon Savaşları’nın o dram atik yıllarında Avrupa'daki tüm in sanların sürekli bir nöbet içersinde yaşamış olmaları ge rektiğine inanmaktaydım. Kafamda o günkü Paris’i can landırıyordum: Dükkânlar terk edilmişti, atölyeler ve içkievleri boşalmıştı, bütün halk Kral'ın ölüm yolculu ğuna koşm uştu ve herkes, politik görüşüne göre coşkuy la ya da üzüntüyle, bakışlarını giyotine dikmişti. O sıra larda Concorde M eydanı’nda, dikkatini zamanının en büyük olayı yerine, balık avlamak gibi önemsiz ve asla aciliyeti bulunm ayan bir işe verebilecek tek bir insanın bile olabilmesi, bana son derece saçma geliyordu. Fakat göründüğü kadarıyla, tarihi ancak kendileri yaşamış olanlar gerçek anlam da okuyabiliyor ve anlaya biliyor. Bugün, Seine kıyılarındaki balıkçılara ilişkin o küçük olayın hiçbir tarih kitabında eksik olmasını iste m ezdim . O olayı şimdiki zamandaki deneyim lerim iz bağlamında doğru saymakla kalmıyorum, olaya tarihsel gerçeklik bağlamında kesinlikle onsuz olunam az gözüy le de bakıyorum, çünkü bizler bu yaşadığımız dönem de her gün tarihe bakış dersleri almaktayız. Bugün, en aşağı Fransız İhtilali ya da Reform hareketi günlerindeki kadar dram atik bir zamanı yaşamaktayız. Bizim için de her hafta, her gün tarihsel olaylarla dolu; geçmişi yüzyıllara dayanan im paratorluklar çöküyor, insanlığın özgürlüğü adına bugüne kadar yapılmış en büyük savaş sürm ekte; her gün, her saat beraberinde yeni gerilimleri de getiri
156
yor ve gelecek kuşakların gençliği, dünyanın geçirdiği bu en büyük sarsıntının tanıkları ve katılımcıları olduğu m uzdan ötürü bizi ölçüsüzce kıskanacak. Ama bugünü yaşayanlar olarak olup bitenlere ger çekten tam anlamıyla ve sürekli ilgi gösteriyor muyuz? Ya da daha önemlisi: H er gün, her saat ruhum uzun tüm açıklığıyla, hızla birbirinin peşinden gelen bütün bu olayları izleyecek kadar gücümüz, yeterince içtenliğimiz var mı? Kendimize dürüstçe sorduğum uzda, böyle sü rekli bir yüksek gerilimin üstesinden gelebilecek durum da olmadığımızı ve olaylara yalnızca arada sırada çare sizce bir göz attığımızı saptamak zorundayız. Hep olan şu ki, milyonlarca ve milyonlarca çağdaşımızın çoğu asla tarihi değil, yalnızca kendi yaşamını yaşamakta. Kendi mizi gözlemlediğimizde ise, her saatin önceden kestirile meyen dehşetleri yarattığı, gemilerin battığı, bom baların savunmasız çocukları parçaladığı, insanların binlercesinin yerinden yurdundan kovulduğu, devletlerin çöktü ğü, her hakkın, insancı ahlakın her buyruğunun zedelen diği, içinde yaşadığımız 1940 yılında, yalnızca tarafsız ülkelerde değil, savaşan ülkelerde de tiyatroların, eğlen ce yerlerinin, plajların, caddelerin, huzurlu ve "tarihî ol m ayan” bir zamanda yaşanıyormuş gibi, işi olan ve olma yan insanlarla dolu olduğunu itiraf etm ek zorundayız. Olağandışılığın ortasında günlük yaşam, akışını um ursa mazlıkla sürdürm ekte ve bu -ilk bakışta anlaşılmaz ge le n - eşzamanlılığı hiçbir şey bana, bir gazetede gördü ğüm bir uçak resmi kadar açıkça göstermedi; son derece net olan resimde, siperlere öldürücü bir hava saldırısı gerçekleşirken, komşu tarladaki bir çiftçinin hiç istifini bozm adan atıyla tarlasını sürüşü görülüyordu; tıpkı bir zamanlar Seine kıyılarındaki balıkçıların bir kralın ida mını um ursam am aları gibi, çiftçi de yanı başındaki sava şı um ursam ıyordu. Dem ek ki tarihî zamanlara ilişkin
157
tüm rom antik düşüncelere gerçekler adına elveda dem e konusunda kesin kararlı olduğumuzda, özellikle bizim kisi gibi olaylarla dolu bir zamanda, o zamanın tanıklan olan bizlerin, zamanı yaşamaktan çok unutm ak için çaba harcadığımızı itiraf etm ek zorunda kalırız. Bu saptama, ilk başta hepim iz açısından sanki utan dırıcıdır. Çünkü insanlann çoğu açısından, onlann zam a nına gerçek anlamda katılma ve o zamanın dehşetini, adla rını ruhunun en derin noktasında duyumsayabilme yete neğini yadsır gibidir. Ancak böyle bir suçlama haksız olurdu. İnsanlann çok büyük bir çoğunluğu, olağanüstü her olaya olabildiğince katılm a yolunda düşünülebilecek en dürüst niyetin taşıyıcısıdır; kendini sarstırmaya yöne lik bir iradeyle, dahası istekle doludur. Fakat hepim iz aym zamanda da doğanın, katılm a yeteneğimizi bilgece bir ekonomiyle sınırlayan daha yüce bir yasasına boyun eğmekle yüküm lüyüz. G üçlü ve sürekli heyecanlar, de recesi kaçınılmaz olarak yükselen bir yorgunluğa yol açar; aşın gerginlik fazla sürdüğünde, bir tü r felce dönü şür. Bunu, zam anım ızdan iki bin yıl önce Yunan oyun yazarları, tragedyanın kuralı olarak benimsemişlerdi; ge rek Sophokles, gerekse Aiskhylos, oyunlarının süresini neden iki, en fazla üç saatle sınırladıklarını biliyorlardı. Ç ünkü trajik olan ölçüsüzce yoğunlaştığında, bizi sars ma yeteneğini artıracak yerde azaltır. Bizler bugün hepi m iz bu korkunç oranı bilmekteyiz: Dünyanın dram ı gö züm üzün önünde uzayıp gittiği, sahneleri korkunçlaştı ğı, epizotları heyecanlandırıcı olduğu ölçüde, iç dünya m ızda bunları yaşama yeteneğim iz de azalmakta. Sürek li savaşı düşünm ek, düşünm eyi yıkıyor ve zamanım ız bizden olup bitenleri duyum sam am ızı talep ettiği ölçü de, artık bitkin düşen ruhum uz bu talebi gittikçe daha az yerine getirebiliyor. D em ek ki savaşın ilk yılının sonunda görünüşte ye 158
terince katılımda bulunmuyorsak, bunun nedeni insan olmayışımız değil, tersine, insan oluşumuz; her birimiz ancak tek bir yüreğimizle, yıkımın belli bir derecesinden fazlasını içinde banndıramayan küçücük, daracık yüreği mizle insanız. Yeterince duyumsayamıyor değiliz, ama böyle "tarihî zam anlarda” çok fazla şey olup bitiyor ve kimi zaman düşüncelerimizi bir süre için olanlardan uzaklaştırdığımızda ve duygularımız artık yanıt verme diğinde, eksikliğini çektiğimiz şey iyi niyet değil, güç. Pek çoklan arasından tek bir örnek: Savaştan birkaç ay önce İngiltere’de Thetis adlı denizaltı, içinde doksan ya da yüz insanla batmıştı. Ben o zamanlar Londra’day dım ve bütün kentin, dahası bütün ülkenin bu tek olay dan nasıl etkilendiğini gördüm. Sokak köşelerinde yaya lar, gazete satıcılarının ellerinden gazeteleri kapıyorlardı. Tiyatrolar, sinemalar boşalıyordu. Herkes, havasız or tam da kapalı kalan, ölmek üzere ya da ölmüş olan o doksan ya da yüz kişinin yazgısından başka bir şey düşü nemediğini duyum sam aktaydı. Herkes için ansızın, ilgi siz bir filmin oynadığını görmek ya da kendi işine gitmek dayanılmaz olm uştu ve ne kadar tedirgin, iç dünyaların da bu olay üzerinde ne denli yoğunlaşmış oldukları in sanların yüzlerinden okunuyordu. Farklı, daha dalgın bakışları, farklı bir yürüyüşleri vardı ve tek tek her insan o küçük gemi ile birkaç düzine insanı düşünm ekteydi. Tek tek herkes, o tıkış tıkış alanda havanın nasıl giderek boğucu olduğunu, bulanık bir biçim de de olsa hâlâ bir kurtuluş mucizesini düşleyen bilinci zamanla nasıl felce uğrattığını, eşlerin, anaların kıyıda durup az sayıda kur tulan arasında kendi çocuklarının, kocalarının da bulu nup bulunmadığını anlamak için nasıl beklediklerini ka fasında canlandırmaktaydı. Uç ya da dört gün boyunca kırk milyon İngiliz o doksan-yüz kişinin arasında ve on larla yaşadı, dev bir filonun bu tek ve minicik gemisin 159
den ötürü bütün bir ulus tüm duyularını acılı bir gergin likle doldurdu. Ama birkaç ay sonra savaş başladı, artık her hafta en aşağı bir denizaltı, bir İngiliz, bir Fransız, bir Alman denizaltısı batıyordu ve içindeki insanlar da aynı şekilde acı çekiyor, bekliyor ve ölüyordu. Fakat bunları birlikte duyum sam anın başlangıçtaki gücü, her yinele meyle birlikte kendini daha da tüketiyordu. Milyonlar, bu az sayıdaki insanın yazgısını her defasında kafalarında canlandırmayı ve duyumsamayı ne becerebiliyorlar ne de istiyorlardı. Dünya çapındaki felaket sürüp gittikçe, acı çekmek ve acı çekenlerle birlikte duyum sam ak ara sındaki orantının adil olmaktan o ölçüde uzaklaştığını kısa zamanda anlamak zorunda kaldık. Bugün, savaşın başlamasından bir yıl sonra, bin kişinin ölüm ü duygular üzerinde daha önceki yüz kişinin ölüm ünün gücüne sa hip değil. Gazetedeki haber soluk kalıyor, yalnızca bey ne ulaşıyor, bitkin düşmüş imgeleme, yorgun, bitkin yü reğe artık ulaşmıyor. Ve ben kendim e bu zamanda en çok neden acı duyduğum u sorduğum da, böylesine ölçü süz acılar yaratan bir zamanda her şeyi birlikte duyum sayamamaktan, bu zamanın insanlarla birlikte insani acı ları birlikte duyum sam a gücünü de katletm esinden acı duyduğum u itiraf etm ek zorunda kalıyorum. Bu yüzden, başlangıçta onca aşağı gördüğüm o Seine balıkçılarını düşünm ek zorunda kalıyorum hep. Acaba biraz haksız mı davranmıştım onlara? Büyük bir olasılık la o balıkçılar da zamana karşı hep o günkü gibi um ursa mazlık içerisinde değildiler. Bugün, onların, eğer o za m anlarda yaşasalardı, ihtilalin ilk yılında Bastille’e saldırı sırasında coşkulu yurttaşlar olarak halkın bu ilk zaferine marşlar söyleyerek katılacaklarını, ihtilalin birinci ve ikinci yıllarında meclisteki b ü tü n konuşmaları yutarcasına dinleyeceklerini, genel bir coşkunun egemen olduğu o dönem boyunca Jakobenler K ulübü’nün oturum larına 160
ve günlük olaylara katılmak için oltalarını, ekmek kapı larını, işlerini, eğlencelerini sık sık bırakmış olabilecekle rini düşünebiliyorum. Ancak ihtilalin dördüncü yılında artık bir gevşekliğe kapılacaklardı; belki de küçük ve anonim insanlar olarak yaşadıkları tarihî dönem de ne ka dar değersiz ve güçsüz olduklarının bilincine varacaklar dı ve belki de o dönem e hizm et etm enin en iyi yolunun, anlamını çözemedikleri politik olayları anlamsız gözler le izlemek yerine, kendi işlerine, sessiz, özel, hiçbir göze batan yanı bulunm ayan günlük işlerine bakmak olduğu nu anlayacaklardı. Böylece de sonuç olarak yalnızca do ğanın daha güçlü olan iradesine hizm et edeceklerdi. Zira doğanın iradesi, sürekliliktir. Doğa, bu sürekliliğin kesin tiye uğratılmasını hoş görmez. Birilerini hiç um ursam ak sızın yıkarken, ötekilerden günlük çalışmalarını sabırla sürdürm elerini talep eder. Bizler kimi zaman um ursa m az görünüyorsak, bunun suçu, yarattıklannın acıları karşısında kayıtsız kalan doğaya aittir. Ve bizler, çöken dünyanın yıkmtılanna bakıp durm ak yerine, yeni ve da ha iyi bir dünya inşa etm eye çalıştığımızda, yalnızca do ğanın karşı çıkılmaz buyruğunu dinlemiş oluruz.
161